Hasan Nasrallah, Lübnan ile Gazze arasında, Güney Lübnan ile Filistin arasında, direnişi yerel bir mesele olmaktan çıkarıp evrensel bir denklem haline getiren en önemli köprüydü.
Alkhanadeq.com sitesinde yayınlanan analiz şu şekilde: Hasan Nasrallah’ın suikastının birinci yıldönümünde çarpıcı bir paradoks ortaya çıkıyor: Beyrut’un güney banliyösünde doğan, Lübnan’ın son derece karmaşık yapısı içinde Hizbullah’ı yöneten bu adam, artık aramızda değil. Ancak arkasından yalnızca bir lider olarak değil, "ümmetin şehidi", özellikle de "Gazze’nin şehidi" olarak uğurlandı. Bu ünvan ona sadece Lübnanlılar tarafından verilmedi; Gazze ve Batı Şeria sokaklarında da güçlü bir şekilde yankılandı. Onun suikasta kurban gitmesini, sadece Güney Lübnan ve Beka’a halkı değil, Filistinliler de kişisel bir kayıp olarak gördü.
Nasrallah'a Yönelik Suikast ABD-İsrail Ortak Yapımıydı
Bu durum yalnızca duygusal bir tepki değil; aksine, derin bir tarihsel ve siyasi gerçeği ifade ediyor: Hasan Nasrallah, Lübnan ile Gazze arasında, Güney Lübnan ile Filistin arasında, direnişi yerel bir mesele olmaktan çıkarıp evrensel bir denklem haline getiren en önemli köprüydü. Bu nedenle suikast yalnızca bir Lübnan partisini hedef almakla kalmayıp, Beyrut’tan Gazze’ye kadar mazlumları birleştiren en tehlikeli bağı koparmaya yönelik İsrail-Amerikan ortak yapımı bir hamleydi.
Gazze, Lübnan’ın Aynası: Kanın ve Kaderin Birliği
1992 yılında Seyyid Abbas Musevi’nin suikasta kurban gitmesinin ardından liderlik sahnesine adım atan Hasan Nasrallah, Filistin’i söyleminin tam merkezine yerleştirdi. O’nun için Filistin ne uzak bir dava ne de sadece bir dayanışma başlığıydı; direnişin ahlaki ve siyasi meşruiyetini sınayan bir imtihandı. 2006 Temmuz Savaşı’nda meşhur “Hayfa’dan sonrası da, Hayfa’dan sonrasının da sonrası açık” sözlerini sarf ettiğinde, yalnızca Lübnan’daki iç kamuoyuna hitap etmiyordu. Gazze’ye, o kuşatma altındaki direniş şehrine net bir mesaj gönderiyordu: Yalnız değilsiniz.
Filistinliler bu mesajı farklı bir bilinçle karşıladı. Zira onlar Arap dünyasının kendilerini nasıl yalnız bıraktığını, Gazze ve Batı Şeria’da tekrarlanan katliam sahnelerini, “Arap-İsrail” savaşlarında yaşanan hayal kırıklıklarını derinden yaşamışlardı. Ancak Nasrallah’ta farklı bir suret gördüler: Filistin davasından taviz vermeyen, onu varoluşsal inancının bir parçası sayan Arap ve Müslüman bir lider. Bu yüzden şehit edildiğinde, Gazzelilerin onu “Gazze’nin Şehidi” diye anması kimseyi şaşırtmadı. Onlar için bir Lübnanlının Gazze uğruna hayatını kaybetmesi garip değildi. Çünkü Nasrallah onlarca yıl boyunca açıkça haykırmıştı: “Filistin’den asla vazgeçmeyeceğiz.”
Tersine Oryantalizm ve Mitosun İnşası
Ortadoğu’nun çalkantılı siyasal sahnesinde, siyasetin trajediden ayrılamadığı, kişiliklerin çelişkilerden azade olmadığı bir ortamda, “Hasan Nasrallah” olgusu, güç söyleminin karşısında bir mitin inşası olarak özgün bir örnek teşkil eder. Filistinli yazar Edward Said bize “oryantalizmin” Doğulu “öteki”yi geri kalmış ve ehlileştirilmesi gereken bir varlık olarak nasıl kurguladığını öğrettiyse, Nasrallah’ın hayat hikâyesi de bir tür “tersine oryantalizm” biçimini alır: ezilenin, direniş söylemi üzerinden kendi kimliğini kurma çabasıdır bu.
Nasrallah, kimilerinin gözünde mezhepçi bir liderken, kimilerinin nazarında ulusal bir kahramana; kimilerine göre ise son hitabında “ümmetin şehidi”ne dönüştü. O, Lübnanlı kimliğiyle Filistin davası arasında parçalanmış biri değil; aksine, farklı toplulukların kendi anlamlarını yüklediği, açık bir metin gibidir. Herkes, onda kendi görmek istediğini okur.
Bu çalışma, karmaşık bir metin olarak Nasrallah’ın bu çok katmanlı anlatısını çözümlemeyi; onun Gazze için şehadetiyle “birleşik cepheler” fikri arasında bağ kurmayı amaçlıyor. Bu fikir yalnızca askerî bir gerçeklik olarak değil, aynı zamanda kültürel ve psikolojik bir hakikat olarak da tezahür eder; onunla yaşamış olan Filistinlilerin, Lübnanlıların ve Arap dünyasının tanıklıklarında ifadesini bulur.
Ödünç Alınmış Beden: Lübnan'dan Gazze'ye "Birleşik Cepheler"in Anatomisi
Araştırmacı Said Ziyad, Seyyid Hasan Nasrallah’ın sıkça şu sözleri tekrar ettiğini söylüyor: “Gelecek savaş, varoluş savaşı olacak.” Bu ifade, askeri bir taktikten ziyade felsefi bir bakışın teşhisidir. Nasrallah, siyonist projeyle olan çatışmanın sınırlar ya da haritalar üzerine değil, bizzat varoluş ve anlam üzerine bir mücadele olduğunu idrak etti. Bu bağlamda, onun iki sembolik bedeni —toprağında şehit düştüğü Lübnanlı bedeni ile Gazze’ye adadığı Filistinli bedeni— arasında kurulan bağ kaçınılmaz hale gelir.
O sadece Gazze için ölmedi; Gazze’yi, ölümünün nedeni haline getirdi. Onun çağrısına cevap verirken, bu çağrıyı tüm ümmete yönelen bir sese dönüştürdü. Berâ Nizâr Reyyân’ın dediği gibi: “Seyyid Hasan Nasrallah suikasta uğradı, çünkü Gazze’yi terk etmeyi reddetti.” Bu noktada, Gazze’yi terk etmek; kendini terk etmekle, hatta direnişin varoluş sebebinden vazgeçmekle eş anlamlı hale gelir.
Psikolojik savaş üzerine yorumda bulunan Filistinli Meys el-Kanavi şöyle diyor: “Seyyid Hasan Nasrallah bugün bir kez daha direnişin ve psikolojik savaşın efendisi olduğunu kanıtladı.” Bu “psikolojik savaş”, Nasrallah’ın derinlemesine kavradığı bir cepheydi; bu, bedenden önce ruha, sahadaki zaferden önce anlamın inşasına yönelik bir savaştı. Iraklı Surur es-Semavi’nin de belirttiği gibi, onun sesi “direnişin ruhuydu”; “zayıflığı güce, umutsuzluğu umuda dönüştürüyordu.” İşte bu dönüşüm, Edward Said’in düşüncesinde direnişçi entelektüelin özüdür: Yabancılaşma ve yenilgi hâlini iradeye ve eyleme dönüştürmek.
İstisna ve Vefa: Nasrallah'ın Dostlarının ve Düşmanlarının Gözünde Yeri
Siyasi aktivist Nur Yemin’in "X Platformu"ndaki tanıklığı, önemli bir başka boyutu gün yüzüne çıkarıyor. Güney ve Dahiye'den Zagarta’ya göç edenlerle kurduğu temas üzerinden, “direnişçilerdeki kararlılıkta onun gücünü, fedakârlıklarında da onun vatan sevgisini hissettim” diyor. Bu tanıklık, tamamen aynı görüşte olduğu bir yerden geliyor olması bakımından değil, onun dürüstlüğünü ve vefasını kabul etmesi bakımından önemlidir. Yemin’in, “Müttefiklerine sadık, ilkelerine bağlı” sözleriyle andığı bu vefa, sadakatin azaldığı bir dönemde onu farklı kılan özelliktir. Nitekim, Halid Mansur’un (Gazzeli bir siyasi aktivist) ifadesiyle o, Arap resmî tutumundaki ihanet ve acziyet manzarasında bir "istisna"dır. İşte bu istisnadır ki, onun ölümü —düşmanları için bile— sarsıcı bir kayıp olmuştur. Zira, her büyük bir metin gibi, onun kıymeti, kendisiyle zıt düşenlerin bile saygısını kazanma gücünde yatar.
Ürdünlü yazar Vahid et-Tavalibe, "X Platformu"nda şöyle diyor: “İsmail Heniye şehit oldu, yerine Yahya es-Sinvar geçti; Hasan Nasrallah şehit olacak ve yerine Haşim Safiyüddin geçecek… Direniş devam ediyor.”
Bu ifade, “metnin devamlılığı” fikrini özetliyor. Nasrallah’ın tasarladığı direniş projesi, onu aşan bir metindir artık. Buradaki halifelik, sadece bir bireyin diğerinin yerine geçmesi değil; kendini kurumlaştırmış bir fikrin sürekliliğidir. Onun şehit düşmesi, aslında bu metnin asıl yazarı olmadan da ayakta kalabilme sınavıdır.
Fatıma’nın onu “sevgi ve savaşın efendisi” olarak tanımlaması, bu devamlılığın özündeki görünür çelişkiyi ortaya koyar: Direniş, varlığını sürdürebilmek için ‘savaşa’, kalplerde yaşamaya devam edebilmek için ise ‘aşka’ ihtiyaç duyar. Bu, Semavi Surur’un da ifade ettiği gibi, “zayıflığı güce, umutsuzluğu ise umuda dönüştürme” başarısıyla gerçekleşmiştir.
Hem Gazze’nin hem Lübnan’ın şehidi
Filistinlilerin onun şehit oluşuna bakışı özel bir derinlik taşır. Birçok Gazze sakini için Nasrallah sadece siyasi bir destekçi ya da askeri bir finansör değildi; o, Arap sahnesinde onların “sesi”ydi. Onun konuşmaları, Gazze’deki milyonlarca insan tarafından dinlenir, kamplarda hoparlörlerden yankılanırdı. “Dahiye Gazze’yi koruyor” sözleri, tazelenen bir ahit gibiydi. İşte bu yüzden suikaste uğradığında, Gazze’deki hüzün, Dahiye’deki hüzünden aşağı kalmadı. O dönem pek çok kişi şunu yazmıştı: “"Aramızda hiç görmediğimiz ama her evde bulunan bir lideri kaybettik.”
Lübnanlılar da, özellikle direnişin taraftarları, bu iç içe geçişi, Nasrallah’ın kanının sadece Lübnan’a ait olmadığı, aynı zamanda Filistin’e de ait olduğuna dair bir şahitlik olarak gördüler. Sanki suikastı, iki dava arasındaki son psikolojik bariyeri kaldırmış ve onları tek bir mücadelede birleştirmişti. O artık sınırların iki yakasındaki şehitleri bir araya getiren bir simgeye dönüştü; “şehadet” kavramını ulusal aidiyetlerin ötesine taşıyan yeni bir anlam kazandırdı.
Son metafor olarak şehadet
Sonuçta, Edward Said bize gerçek özgürlüğün, zihni kalıplaşmış imgelerden ve hazır yargılardan arındırmakla başladığını hatırlatır. Sayın Hasan Nasrallah, sadece kendi canını feda etmemiş, aynı zamanda kader birliği yaptığı bir bütünün mecazi sembolünü de sunmuştur. O, “Gazze’nin şehidi”dir; çünkü Gazze’yi ümmetin atan kalbi haline getirmiştir. Ve “Lübnan’ın şehidi”dir; çünkü varlığın ve anlamın egemenliği olarak tanımladığı egemenliğini savunmuştur. Tıpkı El-Arabi televizyonunun Gazze muhabiri İslam Badr’ın dediği gibi…
Nasrullah Filistin için canını feda etti
Sonuç olarak, Edward Said bize gerçek özgürlüğün, zihni kalıplaşmış imgelerden ve hazır yargılardan kurtarmakla başladığını hatırlatır. Seyyid Hasan Nasrallah, Gazze için Lübnan topraklarındaki şehadetiyle sadece kendi canını feda etmedi; aynı zamanda kader birliği ruhunun tam bir metaforunu sundu. O, “Gazze’nin şehidi”dir; çünkü burayı ümmetin atan kalbi haline getirdi. “Lübnan’ın şehidi”dir; çünkü onun egemenliğini, anlam ve varoluşun egemenliği olarak savundu. Tıpkı El Arabi televizyonunun Gazze muhabiri İslam Bedr’ın dediği gibi: “Filistin için canını feda eden odur; ihlasını toprağına ve davasına en güçlü şekilde kanıtlayan odur.” Bu ispat en mühim mirastır. Bulanıklık ve ihanet zamanında, sözde ve eylemde dürüstlük, ezilenlerin son silahı olarak kalır. Belki de dersi özetleyen en anlamlı cümle, Gazze’den Halid Mansur’un dediği gibi: “Eğer güçlüysen, dünyaya saygını dayatırsın.” Nasrullah, şehit olurken bile, gücünü dıştan tanınmadan değil, özünde kendine ve davaya bağlılıktan inşa etmeye çalıştı; kendisini bir birey değil, direniş fikri olarak ebedileştirdi. Bu fikir, mutlaka kendini yeniden okuyacak ve yeni sayfalarını yazmaya devam edecektir.
Bulanıklık ve ihanet zamanında, sözde ve eylemde sadakat, ezilenlerin son silahı olarak kalır. Belki de dersi özetleyen ifade, Gazze’den Halid Mansur’un dediği gibi şudur: “Güçlüysen dünyaya saygını dayatırsın.” Nasrullah, şehit düşerken bile, dıştan gelen tanınırlıktan değil, içten gelen vefadan doğan bir güç inşa etmeye çalıştı; kendisini bir birey olarak değil, direniş fikri olarak ebedileştirdi. Bu fikir, mutlaka kendini yeniden okuyacak ve yeni bölümlerini yazmaya devam edecektir.