MÜCAHİT GÜLTEKİN: MÜSLÜMANLARIN KİME DÜŞMAN OLMASI GEREKTİĞİNİ SİYONİZM BELİRLİYOR

Uluslararası ilişkilerdeki bütün denklemler değişirken, dünyadaki gelişmeleri “algı operasyonları” ve “küresel güçler” penceresinden değerlendiren Dr. Mücahit Gültekin, açıklamada bulundu. 

Görüntülenme: 894 Tarih: 24 Kasım 2022 06:04
MÜCAHİT GÜLTEKİN: MÜSLÜMANLARIN KİME DÜŞMAN OLMASI GEREKTİĞİNİ SİYONİZM BELİRLİYOR

İran’da ahlâk polisinin başörtüsü kurallarına uymadığı için gözaltına aldığı 22 yaşındaki Mahsa Amini, gözaltı sırasında fenalaşmış ve hastaneye kaldırılmıştı. Amini, geçirdiği kalp krizi nedeniyle hayatını kaybetmişti. Mahsa Amini’nin vefatının ardından İran’da protesto gösterileri düzenlenirken yaşanan olaylar ciddi boyutlara ulaşmıştı. Amini’nin 17 Eylül’de memleketi Sakkız kentindeki cenaze töreni sonrasında başlayan gösteriler, ülkenin birçok kentine yayıldı. Söz konusu olayların ardından açıklamada bulunan İran lideri Ayetullah Ali Hamaney, Amini’nin ölümünün “acı bir hadise” olduğunu belirtirken protestoların planlanmış olduğunu ve “sıradan İranlılar” tarafından düzenlenmediğini dile getirdi. Hamaney, “Bu isyanlar ve güvenlik sorunu meydana getirme ABD ve Siyonist İsrail rejiminin bir projesidir. Onlardan maaş alan ve yurtdışındaki bazı İranlı hainler onlara yardım ettiler” ifadelerini kullandı. İran’daki olaylar yaklaşık bir ayı aşkın bir süredir devam ederken uluslararası arenada birtakım algı operasyonlarına başvurulduğu da görülüyor. Son olarak BBC’nin “İran’da binlerce kişinin idamına karar verildi” haberinin yalan olduğu ortaya çıktı. Afyon Kocatepe Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Millî Gazete yazarı Dr. Mücahit Gültekin ile uluslararası ilişkilerdeki bütün denklemler değişirken, dünyadaki gelişmeleri “algı operasyonları” ve “küresel güçler” penceresinden değerlendirdik.

Bugüne kadar İslam coğrafyasına yönelik gerçekleştirilen Batı kaynaklı her operasyonda algı ve imaj çalışmaları yapıldığına şahit olduk. Bu bağlamda İran’daki olayların bugüne kadarki sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle meselenin esasını iyi kavramamız ve İran’a yönelik hem silahlı hem de psikolojik savaşın yeni olmadığını unutmamamız gerekiyor. Başını ABD’nin çektiği bu savaş 11 Şubat 1979’dan bu yana görünen ve görünmeyen yüzleriyle devam ediyor. Ancak ABD’nin İran halkına karşı düşmanlığı 1979’dan sonra başlamamıştır. ABD Ortadoğu’daki ilk darbesini 1953’te İran’da gerçekleştirmiş, Musaddık’ı devirmişti. Musaddık, ABD’ye düşman filan değildi. Sadece petrolü millileştirmek istemişti. Hatta ABD Başkanı’na mektup yazıyor, İngiltere’ye karşı ABD’den koruma istiyordu. Ancak ABD, “Ajax operasyonu” denilen bir girişimle, seçilmiş başbakan Musaddık’ı devirdi. Aslında ilk girişim başarısız olunca Şah ülkeden kaçmıştı. İkinci girişim başarılı olunca ABD, Şah’ı tahtına yeniden oturttu. Bakınız ABD’nin ve Batı’nın o dönem Şah’la bir sorunu yoktu, İran’la bir sorunu yoktu. Üstelik Şah’ın totaliter rejiminin destekçisi de onlardı. 1950’li yılların ortalarında ABD’li General Schwarzkopf’un eğitmenliğinde tarihin en kanlı istihbarat birimlerinden biri olan SAVAK kuruldu ve Şah Rıza Pehlevi, 1979’a kadar ülkeye adeta kan kusturdu. 5 Haziran 1963’te yaklaşık 15 bin kişiyi katletti. Bu katliam, Ayetullah Humeyni’nin Şah tarafından tutuklanması üzerine başlayan gösterilerin sonucunda gerçekleşmişti. Peki Ayetullah Humeyni niçin tutuklanmıştı? SAVAK âlimlerden 3 konuda konuşmamasını, bunların dışında istediği her konuda konuşmasının serbest olduğunu söylüyor. Diyor ki, birincisi Şah’ın aleyhinde konuşmayın, ikincisi İsrail aleyhinde konuşmayın, üçüncüsü de İslam tehlikededir demeyin. Bunun üzerine İmam Humeyni, 4 Haziran 1963’te bir konuşma yapıyor. Bu konuşma bir dönüm noktasıdır. Orada diyor ki, “Bizim bütün meselemiz zaten bu üç konudan ibarettir. İsrail sizin ticaretinizi, ziraatınızı, servetinizi gasbetmek istiyor, İsrail Kur’an’ı ve Müslümanları ortadan kaldırmak istiyor” diyerek Şah’ı, İsrail’in gaye ve entrikalarının takipçisi olmakla itham ediyor. Bu konuşmadan sonra tutuklanıyor ve ertesi gün de sözünü ettiğim katliamlar başlıyor. Lütfen dikkat edin, bu konuşma 1963’te yapılıyor. Burada asıl hedef İsrail’dir. Ortada İslam inkılâbından eser yok. Bilakis Şah’ın demir yumruğu bütün ülkeye iniyor. Yani İsrail’le mücadele hareketin temelini oluşturuyordu. Bu hareket 1979’da başarılı olunca ABD elçiliği ülkeden kovuldu. İsrail elçiliğinin bulunduğu bina devrimden sonra Filistin Kurtuluş Örgütü’ne verildi ve İsrail’in varlığı reddedildi.  İsrail’e karşı mücadele eden Müslümanlara destek verildi. Meselenin özü budur. İran’ın asıl suçu budur. İsrail’in varlığını ve ABD’nin patronluğunu kabul etmemesidir. 43 yıldan beri arzulanan şey de ABD’nin efendiliğini kabul edecek bir rejimin yeniden İran’da tesis edilmesidir. Bu amaca ulaşmak için savaş, terör, ambargo, suikast, tefrika, kültürel ifsad gibi kamuoyunun bildiği ve bilmediği her yol denenmiştir.

“AMİNİ İLE İLGİLİ İDDİALARIN GEÇERSİZ OLDUĞU KANITLANMASINA RAĞMEN PROPAGANDA DEVAM ETTİ”

Bu son olaylar da bu denemelerden biridir. Şimdi bu olayın gelişim sürecine bakalım. Başlangıç noktası çok önemlidir. Başlangıç noktası Mahsa Amini ismindeki genç bir kızın vefatı. Bu olayı incelediğimizde algı yönetimi ve manipülasyon sürecinde “gerçeklere yaslanmak” dediğimiz bir kuralın işletildiğini görüyoruz. Gerçeğe yaslanmak, yalanın bir gerçeğin içinden üretilmesi anlamını taşır. O yüzden çok etkilidir. Bu kural bize şunu söylüyor: “Olmayan bir şeyi söyleme, var olan bir şeyi şüpheli hale getir ve yönünü değiştir!” İran’daki olaylar tam da bu şekilde başlatıldı ve işletildi. Vefatından birkaç gün sonra uluslararası medya tarafından görülmemiş bir şekilde Amini’nin polis tarafından “gözaltında şiddet gördüğü” ve “öldürüldüğü” iddiası ortaya atılıyor. Amini’nin öldüğü doğruydu ama şiddet gördüğü ve öldürüldüğü yalandı. O kadar büyük bir kampanyadan bahsediyoruz ki, bazı araştırmalar Amini’nin vefatından sonraki birkaç gün içinde 80 milyon tweet atıldığını gösteriyor. Bunun Twitter tarihinde bir rekor olduğu, en popüler hashtag’lerden bile 10 kat daha fazla etkileşim aldığı belirtiliyor. Kampanyaya siyasiler, sanatçılar, STK’lar, aydınlar vs. pek çok kesimden kişi katılıyor. Daha sonra Mahsa Amini’nin vefatıyla ilgili sağlık kurumlarının kayıtları, kamera görüntüleri yayınlanmasına ve iddiaların geçersiz olduğu kanıtlanmasına rağmen bu propaganda devam etti. Geçenlerde yapılan bir araştırma, 25 gün içinde 5 medya kuruluşunun toplam 17 bin 312 yalan haber yaptığını ortaya koydu.

“ABD’DE SADECE 2015’TE POLİS TARAFINDAN 48 SİYAHİ KADIN ÖLDÜRÜLDÜ”

Bakın söylenen şey şuydu: İran’da kadınlar baskı altında! Kadın hakları çiğneniyor! Ben iki yıl önce Millî Gazete’de “Kadına Yönelik Şiddet Kimin Umurunda?” başlıklı bir yazı yazmıştım. Orada Uluslararası Af Örgütü’nün bir raporundan bahsetmiştim. Raporda Finlandiya’da yaklaşık her yıl 50 bin kadının tecavüze uğradığı söyleniyordu. Danimarka’da ise bu sayı 24 bin. Peki bize “kadın hakları” adına örnek gösterilen ülkeler hangileri? Evet, bu ülkeler. Düşünebiliyor musunuz, bu ülkelerden fonlananlar Mahsa Amini vakasını kullanarak “kadına özgürlük” istiyor. Onların nasıl bir özgürlük istediklerini biliyoruz. Onlar sadece kadını değil, kadın-erkek, çocuk-çocuk herkesi küresel sermayenin kölesi yapmak istiyor. Mahsa Emini, onların zerre kadar umurunda değil. Aslında hiçbirimiz onların umurunda değiliz. Bakınız ABD’de sadece 2015 yılında polis tarafından 48 siyahi kadın vurularak öldürüldü. Mahsa Amini’nin ismini bütün dünyaya birkaç haftada ezberlettiler. Peki bu 48 kadından bir tanesinin ismini bilen var mı? ABD’de rejim değişikliği isteyen var mı? İsrail’de her gün çocuklar, anne-babalar öldürülüyor. Üstelik bu onlarca yıllardır devam ediyor. Şu “kadın hakları” savunucularının İsraillilerin geçtiğimiz Mayıs ayında vurduğu Şirin Ebu Akile için toplandıklarını, kampanya düzenlediklerini gördünüz mü? 

“KLASİK BİR ABD-İNGİLTERE-İSRAİL SENARYOSUYLA KARŞI KARŞIYAYIZ”

Özetle klasik bir ABD-İngiltere-İsrail senaryosuyla karşı karşıyayız. Mahsa Amini’nin vefatı “tetikleme” için kullanıldı. Sonra etnik duyarlılıklar gibi başka bölünme hatları devreye sokulup gösterileri “genişletmeye” çalıştılar. Eğer bu başarılı olabilseydi “derinleştirme” yani gösterilerin kalıcı, organizeli ve liderliği olan sürdürülebilir bir hale getirilmesi istenmişti. Sonrasında tabii ki “dönüştürme” yani İsrail’in varlığı için tehdit olmayan bir dönüşüm amaçlanıyordu. Ama tetikleme aşamasından sonra takıldılar. Geniş bir katılım sağlayamadılar. İstedikleri olmayınca bu sefer yakıp yıkmaya, terör estirmeye başladılar. Onlarca kişiyi öldürdüler. Tabii ki, bunları uluslararası medya duyurmuyor. Bu arada geçen gün televizyonlara “İran uzmanı” olarak çıkartılan bir kişi, katıldığı bir programda, mescitlerin yakılmasını “onurlu sabotaj” olarak tanımladı. Düşünebiliyor musunuz, bu kişi “uzman” sıfatıyla söylüyor bunu! Teröre, camileri yakmaya, sivilleri öldürmeye “onur” ismini veriyorlar.

MİLLİ GAZETE/BEKİR ŞİRİN

Yorumlar