TİMO EL FARUK BATI'NIN GAZZE KONUSUNDAKİ ÇİFTE STANDARDINI YAZDI

Yazar, Hamas'ın 7 Ekim'de İsrail'e karşı ayaklanma başlatmasından bu yana Batı dünyası tarafından yayılan çarpıtılmış gerçekliği tartışıyor. 

Görüntülenme: 393 Tarih: 30 Temmuz 2024 16:10
TİMO EL FARUK BATI'NIN GAZZE KONUSUNDAKİ ÇİFTE STANDARDINI YAZDI

El-Meyadin'de yayımlanan makalenin yazarı Timo el-Faruk, iyi ve kötü şiddet algısının çarpıklığını irdeleyerek çatışan gruplara yönelik farklı muameleleri gözler önüne seriyor,  Batı dünyasını, çağımızın Holokost'u olarak nitelendirilen ve halen devam etmekte olan Filistin soykırımının, şiddet kullanımını sadece doğal değil aynı zamanda zorunlu da kılıp kılmadığını sorgulamaya çağırıyor.

Apple TV+'ta yayınlanan ve ABD hükümetinden kaçan bir aileyi konu alan “The Mosquito Coast” dizisinden bir sahnede, bir biyoteknoloji laboratuvarının bombalanması olayına karıştığı gerekçesiyle aranan çevreci Margot ve ergenlik çağındaki oğlu Charlie şiddet kullanımı hakkında bir tartışmaya giriyor.

Şiddet kullanımının doğru olup olmadığını sorgulayan Margot diyor ki: ''Şiddet bazen de gerekir. Sebebin asilse, amacın iyiyse, alternatifin yoksa şiddet gereklidir. Hatta bazen bunu bir gereklilik olarak değil, bir zorunluluk olarak kabul ediyorum''

Diziyi geçenlerde izledim, bu sahne bana kaçınılmaz olarak Gazze'yi ve işgal altındaki Batı Şeria'da halkın yok edilmesini durdurmak için mücadele eden Filistinlilerin silahlı direnişini hatırlattı. Bir şeyi daha hatırlattı ki, o da Avrupa-Batı söyleminin şiddeti ele alışındaki çifte standarttır. Sömürgeci şiddeti özünde iyi olarak görürken, sömürgecilik karşıtı şiddeti özünde kötü olarak gören o çifte standart. 

Hamas'ın 7 Ekim'de İsrail'e karşı başlattığı isyanın başlangıcından bu yana Batı dünyası gerçeğin bu çarpıtılmış halini yaydı. Batı, sürekli olarak kurban ile failin kim olduğunu karıştırdı, bilerek ters yüz etti rolleri. Batı'nın en sapkın propagandası ise, Hamas'ı kınıyormuş gibi yapıp yapıp suçlunun kurbanlarına karşı kendini savunma hakkını savunan Orwellvari meşru müdafaa mantığını da yaymaktır. 

Romancı Suzan Ebulhava'nın 12 Ekim'de The Electronic Intifada için kaleme aldığı bir makalede “cesur Filistinli savaşçıların tarihi toprakları üzerinde inşa edilen İsrail yerleşimlerini geri aldığı gün” olarak ifade ettiği bu önemli günün objektif bir şekilde incelenmesi kurnazca taktiklerle gizlenmeye çalışılmıştır. 

İyi ve kötü şiddete ilişkin çarpık algı, çatışan gruplara yönelik farklı muamelelerde kendini göstermeye devam ediyor: Sömürgeci saldırganlık yüceltilir ve korunurken, sömürgecilik karşıtı direniş kınanmaktadır.

Gazeteci Abby Martin'e göre, Siyonist yerleşimci kolonisinin Gazze'deki soykırımını yöneten İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, ABD Kongresi'nin ortak oturumu önünde iğrenç yalanlarını kusarken 58 kez ayakta alkışlandı. Birleşik Krallık'taki Stop the War koalisyonuna göre bu “ABD tarihindeki en utanç verici ve distopik kongre konuşması”ydı. 

Paris Olimpiyatlarında, soykırımla suçlanan bir devleti temsil eden İsrailli sporcular, Fransız yetkililer tarafından gece gündüz güvenlik altına alındı. Soykırım suçlusu devleti temsil eden bu İsrailli sporculardan bir bayrak taşıyıcının, Gazze'deki sivilleri hedef alan bombaları imzalamak gibi gerçekten şeytani bir Siyonist eğlenceye dahil olduğunun ortaya çıkmasına rağmen güvenliğe ihtiyacı olan yine İsraillilerdi. 

Bu arada Alman hükümetinin, Lahey tarafından savaş suçu ve insanlığa karşı suç işlemekten aranan Netanyahu ve güvenlik bakanı Yoav Gallant hakkında Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından çıkarılan tutuklama kararını geciktirdiği bildiriliyor.

Ama sömürgeci şiddete direnenlerin vay haline! 

Tel Aviv'deki faşist rejime koşulsuz manevi ve askeri destek vererek İsrail'in Filistinlilere yönelik endüstriyel ölçekli katliamının ateşli bir katılımcısı olduğunu kanıtlayan Berlin, Hizbullah ile bağlantılı olduğu iddiasıyla Hamburg'daki bir İslam merkezini yasakladı. Almanya'da 2020 yılından bu yana terör örgütü olarak kabul edilen Hizbullah, Batı olmayan, Batılıların olmadığı dünyalarda meşru bir siyasi aktördür.

Küresel eşitsizlikleri beslemek ve Batılı kapitalist çıkarlara fayda sağlayan baskıcı yapıları korumak üzere tasarlanmış olan Avrupa-Batı dili, sömürgecilik karşıtı şiddetin ardındaki psikolojiyi anlamakta mütemadiyen yeniktir. Frantz Fanon'un müthiş eseri Yeryüzünün Lanetlileri'nden bir alıntı, kalın kafalı Avrupa-merkezciler ve onların baskıcı sömürgeci tahakküm ideolojisi için değerli bir ders niteliğindedir: "Şiddet arındırıcı bir güçtür. Yerliyi aşağılık kompleksinden, umutsuzluğundan ve eylemsizliğinden kurtarır; onu korkusuz kılar ve kendine olan saygısını geri kazandırır."

Özellikle diplomasi ve barışçıl direnişin yetersiz kaldığı durumlarda, kurtuluş arayışında kendi failliğini geri alma eylemi, sömürgecilik karşıtı şiddetin ayırt edici özelliğidir. Bu ilke, Güney Afrika'da ırk ayrımcılığına karşı şiddet içermeyen direnişin sembolü olmasına rağmen Sharpeville Katliamına tepki olarak ANC'nin silahlı kanadı olan ''Umkonto Vesizve''yi kuran Nelson Mandela tarafından örneklendirilmiştir. ABD hükümetinin Mandela'yı 2008 yılına kadar “terörist” olarak listelediğine dikkat edin; bu, bu tür emperyal tanımlamaların keyfiliğinin ve çoğu zaman düpedüz aptallığının reddedilemez bir kanıtıdır.

Fanon tarafından önerilen psikanalitik çerçeve, İşgal Altındaki Topraklarda ve başka yerlerde yaşayan çok sayıda Filistinlinin dokunaklı ancak özgürleştirici anlatılarında ifadesini bulmaktadır. Burada, İsrail işgalinin kaçınılmaz sosyal, siyasi ve ekonomik sonuçları, bu bireyleri tabandan gelen şiddetli bir direniş ve yapılandırılmış militanlık biçimine zorlamaktadır.

Bu duygunun özü, Tulkerim mülteci kampından gelen bir savaşçının “Direnişin Mirası” adlı dokunaklı kısa belgeselde ifade ettiği sesinde yakalanmıştır: “Düzgün bir hayat yaşamak için mücadele ediyoruz. Ben sadece herkes gibi yaşamak istedim. Bu yüzden savaşçı olmak benim için doğaldı.”

Bu, İsrail'in Gazze'ye soykırım saldırısı başlatmasından bu yana Filistinliler arasında İslami Direniş'e verilen desteğin giderek artmasını, hatta İsrail işgal güçlerinin ölümcül saldırılarını artırdığı Filistin Yönetimi altındaki Batı Şeria'da bile, açıklıyor. Hamas, 7 Ekim'den önce Gazze nüfusunun geniş bir kesimi arasında nispeten popüler değildi: Filistin Politika ve Anket Araştırmaları Merkezi tarafından 2019'da yapılan bir ankete göre, Gazzelilerin %27'si 2007'den beri İsrail ve Mısır tarafından abluka altında tutulan yoğun nüfuslu şeritteki kötü yaşam koşullarından Hamas'ı sorumlu tutuyordu.

İyi bir neden, başka bir seçeneğin yokluğu, zorunluluk...“The Mosquito Coast” dizisinde Margot'nun şiddetin meşruiyeti üzerine felsefi düşüncelerinden alınan bu tanımlamalar, İsrail'e karşı antikolonyal mücadeleyi yönlendiren hareketi mükemmel bir şekilde yakalıyor. İnatçı Filistinli silahlı gruplar tarafından yönetilen ve Yemen'e kadar uzanan Filistinliler gibi dirençli müttefikler tarafından desteklenen bir Direniş, Ensarullah hükümetinin sofistike askeri yetenekleri, Avrupa-Batı söyleminin kibirli ve tembel oryantalizmi tarafından fena halde küçümseniyor.

Zulümden kurtuluştan daha iyi bir dava olabilir mi? Diğer tüm direniş yolları tükendiğinde ve ezilenlerin şiddete başvurmaktan başka çaresi kalmadığında, kim kimi suçlayabilir?

İsrail yerleşimci kolonisinin Filistin'in yerli halkına yönelik soykırımı onuncu ayına girmek üzereyken ve resmi Filistinli ölü sayısı yakında 40 bini aşacakken, tıp dergisi Lancet'te yayınlanan yeni bir çalışma İsrail'in savaşının biriken etkilerinin gerçek ölü sayısını 186 binin üzerine çıkarabileceğini tahmin ederken, Avrupa-Batı, durup kendisine şu basit soruyu sormalı: Eğer içinden geçtiğimiz zamanın Holokost'u olarak tanımlanan Filistin soykırımı, şiddet kullanımının sadece doğal değil aynı zamanda bir zorunluluk olduğu kabul edilebilir bir senaryo değilse, o zaman nedir?

Çeviri: YDH

Yorumlar