DİRENİŞİN KILICI: KASIM SÜLEYMANİ

İran İslam Cumhuriyeti Rehberi Ayetullah Seyyid Ali Hamanei'nin Amerika'nın Suriye'den çıkarılmasını öncelikler listesinin ön sıralarına aldığını işaret etmesi ve Kasım Süleymani'nin bölgedeki Arap aşiretleri organize çabaları Amerika'yı kaos içinde zaman kazanmaya itti ve böylelikle bir insandan daha fazlasını ifade eden Kasım Süleymani'ye yönelik suikastın yolu açılmış oldu. 

Görüntülenme: 947 Tarih: 03 Ocak 2022 18:08
DİRENİŞİN KILICI: KASIM SÜLEYMANİ

Konumuz Kasım Süleymani mücadelesi ve devamında şehit edilmesinin arka planında çok yönlü hesaplar… Süleymani’yi her yönüyle konuşacağız ancak, ilk önce küresel güçlerin dünya ve özelikle İslam dünyasındaki hesaplarına değinmek istiyorum. Küresel güçler diyorum, yani ABD, İsrail ve batı dünyasının bölge üzerindeki hesapları nelerdir?

Bismillahirrahmanirrahim.

Her sözün başı Allah'a hamd, Resul'üne ve Ehli Beyt'e salavattır.

Anakronizme düşmeden Batı kavramını tarihte nereye kadar götürebiliriz? Hangi andan itibaren bugün kullandığımız "Batı"nın varlığından söz edebiliriz. Bir kırılma anı var mıdır? Batı kavramının teşekkül ettiği süreç bitmiş ve kavram stabil hale gelmiş midir yoksa bu kavram halen kendini üretmekte midir? Batı tek yönlü bir kavram mıdır? Batı kavramı, bu çerçevede değerlendirilebilecek pek çok görüntüye mi sahiptir? Batı'nın karşısında veya dışında yer alanlar nasıl tanımlanmaktadır? Bu ve benzerleri günümüzü anlayabilmek ve yine geleceği şekillendirecek süreçleri doğru tahlil edebilmek için hassasiyetle cevaplanması gereken sorulardır.

Öncelikle bugün Batı kavramıyla anlatmak istediğimiz, insana dair her şeyde neo-liberal politikaları bilinen her türlü aracı kullanarak dayatan güç merkezi/merkezleridir. Avrupa'nın insanlık ailesinin diğer bileşenleriyle olan son 500 yıllık ilişki biçimi insanlık tarihinin kayda değer bir kısmının Avrupa merkezci bir şekilde yeniden yazılması ile neticelenmiş ve bu ilişki biçimi Avrupalı insanın küresel önderliğinde dönüşecek bir insanlık öngörmüştür. Bu yönüyle Batı kavramı Avrupalı insanın etken ve etkin, diğerlerinin ise edilgen olduğu bir anlam dünyasına sahiptir. Avrupa'nın etken ve etkin yönüne Yeni dünyanın sömürgeleştirilmesinde tanık olduk. Bu süreç o zamana kadar bilinenden farklı iş kollarını ve organizasyon biçimlerini ortaya çıkardı. Avrupa Endülüs yoluyla İslam dünyasından, Hint, Çin ve Mısır uygarlıklarından öğrendiklerini birleştirme, yorumlama ve yeni bir formla uygulamada mahir olduğunu gösterdi ve elbette ki Eski dünyanın rekabet alanlarının dışında bulduğu, Avrupalı bakış açısıyla boş/bakir alanların kaynaklarını Avrupa'ya taşıdı. Bu durum Avrupa'daki değişimin anahtarıydı ve bu anahtar Avrupa'ya sadece Yeni dünyayı açmakla kalmadı İslam dünyası ve Hint alt kıtasının kapısını da araladı.

İslam dünyası olan biteni fark ettiğinde Avrupa Amerika'dan Avustralya'ya, Hindistan ve ötesindeki Asya-Pasifik hattından Londra'ya uzanan, bir ağı kurmuş ve bu ağı koruyabilecek askeri güce erişmiş haldeydi. İçten yanmalı motorun icadı bu askeri kapasitenin sıçrama yapmasının önünü açtığı gibi bu motorlarda kullanılan petrolün güvenli bir şekilde üretimi ve Avrupa'ya ulaştırılması ihtiyacı da İslam dünyasının yeni ve o ana kadar olanların tümünden çok daha zor bir meydan okumaya maruz kalmasıyla neticelendi. Bilindiği üzere tarihin hızla akmaya başladığı o dönemde İslam dünyasının önemli bir kısmında şeklen de olsa hakim olan ve varlığının bir anlamı da Müslüman halkları ve İslam topraklarını sömürgecilere karşı korumak olan Osmanlı devleti tasfiye edildi. Böylece İngiltere, garip bir şekilde, dünyanın en fazla Müslüman nüfusa sahip ülkesi haline geldi. Yeryüzü sadece toprakları açısından değil halklarıyla birlikte paylaşılmıştı. Bu paylaşımın kısa vadeli sonucu askeri olsa da orta ve uzun vadeli sonuçları bundan daha vahim oldu. Avrupa İslam dünyasını sosyo/kültürel, siyasal ve ekonomik açıdan dönüştürmeye ameliyesine hız verdi. Bu durum, Müslüman dünyanın Avrupa kaynaklı saldırılara zayıf da olsa bir cevap verme, karşı koyma mahiyetinde olan tutumunu Avrupalıların verdiği ev ödevlerini yerine getirmeye dönüştürdü. Dönem itibariyle Avrupa'nın kontrolünde olan kaynaklar ve mali birikim iletişim ve ulaşım imkanlarının arttığı bir ortamda sermayedarları kapitalist sistemin köşe taşları olmaktan emperyalizmin devlet dışı ama devlete hakim unsurları haline getirdi. Bugün uluslararası sermaye olarak isimlendirdiğimiz bu güç Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında dünyayı Avrupa eliyle tahakküm altına almıştı. İkinci Dünya Savaşı sermayenin etkinliğini değil yerleşik merkezini değiştirdi ve çok kuvvetli bağları halen devam etse de bu merkez İngiltere'den Amerika'ya aktarılmış oldu. Bugün Batı dediğimizde İngilizce üzerinden oluşan kültürel birlik yoluyla adı artık Amerikan değerleri olarak tanıtılan, sadece Batılı üretimin serbest dolaşımını amaçlayan ve bunu sağlamak için yer yüzünün her noktasını Amerikan askeri varlığıyla donatan tahayyül edilemez büyüklükteki sermaye hareketini ve neticelerini anlamamız gerekiyor.

Batı'nın bu tasviri içinde Amerika, kıta Avrupa'sının insan kaynaklarından daha fazlasına ve kendine yeterlilik açısından dünyanın pek çok bölgesinden çok daha büyük imkanlara sahip olmakla küresel sermayenin yerleşimi için uygun bir yer olarak kabul ediliyor. Küresel sermaye Birinci Dünya Savaşı süreci ve sonrasında belirgin hale gelen amaçlarını bugün Amerika eliyle gerçekleştirmeye çalışıyor. Bu amaçlardan biri de İslam dünyasının, Akdeniz'in, Kuzey Afrika'nın Kızıldeniz ve ötesinin Hint alt kıtasının giriş kapısı olarak nitelenen Levant bölgesi eliyle kontrol altında tutulmasıdır. Bir sömürgeci proje olarak Siyonist rejimin varlığı bu amaca ulaşmaya hizmet etmektedir ve Batı Siyonistlerle ilişkisine bu hizmet penceresinden bakmaktadır. İkinci Dünya Savaşı'ndan resmen galip ama fiilen neredeyse mağlup olarak ayrılan İngiltere'nin Birinci Dünya Savaşı sırasında planladıklarının Amerika tarafından yerine getirilmesinin temel sebebi bu planların sadece devlet bazında değil sermaye bazında ele alınmasıdır. Bunun içindir ki Amerika Birleşik Devletleri'nin dış politika kurumlarının muhalefetine rağmen Siyonist rejim bir devlet olarak tanınabilmiştir. Ancak bu noktada şunu da gözden uzak tutmamak gerekir: Siyonist rejim her ne kadar bir Batı projesi olsa da demografik yapısının temelinde Avrupalı Yahudilerden/Siyonistlerden ziyade Rusya'nın Aşkanazileri bulunmaktadır. Bu yönüyle Siyonist rejim gövdesi Rusya'dan, fikriyatı Avrupa'dan ve hissiyatı ise ırkçı duygu ve düşüncelerden oluşan bir yapıdır.

Siyonist rejim ile Amerika'nın ilişkisindeki temel dinamik bu rejimin Amerikan müttefiği Suudi Arabistan rejiminin çökmesi durumunda Batı'nın tutunacağı bir bölge olabilmesi ihtimalidir. Amerika, Suudi hanedanının iktidarı kaybetmesi halinde bölgedeki kontrolünü Siyonist rejim eliyle devam ettirebilme ve yine İslam ülkelerini Siyonist rejim tehdidiyle terbiye etme niyetindedir. Özelde Arap ve genelde İslam dünyasının Siyonist rejimle yaşadığı tecrübe Amerika'nın elindeki Siyonist rejim sopasının işe yaradığını göstermektedir. Ta ki İran İslam İnkılabı'na kadar.

 İsrail’in kurulması süreci ve yayılma politikasını nasıl okumalıyız?

Yukarıda da değindiğim üzere Siyonist rejim Batı'nın bir aparatçığı olarak tasarlanmıştır ve buna elverişlidir. Batı dünyasını bu aracı kullanma hususunda heveskar kılan birçok faktör vardır. Batı'nın askeri imkanlarını arkasına alan Siyonist rejimin hakimiyet alanını askeri ve siyasi açıdan başarılı bir şekilde genişletebileceği hesaplanmıştır. Bölgenin Müslüman ve hatta Hıristiyan ahalisinin Siyonistler karşısında zayıf ve savunmasız bırakıldığı, İslam ülkelerindeki Batı yanlısı rejimlerin gerçek desteğinden uzak oldukları dönemde Siyonist rejim bu vazifesini fazlasıyla yerine getirmiştir. Siyonist rejim ile Arap devletleri arasındaki savaşlar, Siyonist rejimin kısa sürede Lübnan'ı işgali ve Irak dahil olmak üzere bölge ülkelerine yönelik lokal ve ani saldırıları bunun örnekleri arasındadır. Ne var ki teknolojik açıdan güçlü olsa da Siyonist rejim demografik olarak büyük bir handikap içindedir. Bu hep böyleydi ve bu durum Siyonist rejim aleyhine giderek şiddetlenmektedir. Siyonist rejimin askeri ve siyasi varlığını kabul etmeyen ve bu yolla aslında sadece Amerika'ya değil, Amerika'nın da aracı olduğu küresel sermayedar kesime meydan okuyan yeni bir cephenin varlığı sahadaki durumu da değiştirmiş, teknoloji açısından hemen hemen eşit koşullara ve demografik olarak da baskın hale gelinmesini sağlamıştır. Bu anlamıyla, bugün Siyonist rejimin yayılmacı politikasını ancak Filistin içindeki işgal topraklarıyla sınırlı olarak anlamak mümkündür. İran İslam Cumhuriyeti'nin ideolojik, askeri, siyasi ve ekonomik  açıdan inşa edip koruduğu, amacı sadece sömürgeci projenin aparatçığı Siyonist rejimle değil bir bütün halinde sömürgeci zihniyet ve güçlerle yüzleşmek olan cephe yok edilmediği yahut tepkisiz kalacak derecede zayıflatılmadığı sürece Siyonist rejimin Batı çıkarlarına hizmet edecek yayılmacı hevesinden söz etmemiz anlamsız olacaktır.

Amerika bu işin neresindedir?

Gerek İslam dünyasına yönelik doğrudan ve gerekse özel olarak Batı Asya'ya yönelik Siyonist rejim eliyle yürütülen saldırılarda küresel sermayenin merkezi olması hasebiyle Amerika Birleşik Devletleri elbette ki bu işin merkezindedir. Amerika coğrafi açıdan muazzam imkanlara sahip bir ülkedir ve fakat Amerikan halkı çok geniş imkanlara sahip olmasına rağmen okyanus ötesindeki dünyaya vakıf bir halk değildir. Amerikan halkı muhtemelen Amerikan iç savaşından bu yana sistemli şekilde uyuşturulmuş, Judeo-Christian değerler olarak tabir edilen bir sosyo-kültürel ve siyasal sürece maruz bırakılmıştır. Bir başka ifadeyle, Amerikan halkı Amerikan devletinin ne yaptığından çok zaman habersizdir ve şayet haberdar olursa da istenmeyen bir tepki vermesinin önüne geçilmek üzere kesintisiz bir ameliyenin muhatabıdır. Bu Amerikan halkına yönelik öylesine büyük bir saldırıdır ki tüm ülkeyi ve Kanada ile birlikte tüm bir Kuzey Amerika'yı saran medya tekelinin oluşturduğu ağ bir başka veya yeni bir hikayeye asla izin vermez. Suriye'ye yönelik uluslararası terör kampanyası sırasında Batı dünyasına yönelik yayınları engellenen Press Tv, Hispan Tv gibi televizyon kanallarının maruz kaldığı vandalizm bunun en yakın ve bariz örneğidir. O halde iki şeyi netleştirmek gerekir: Birincisi, Amerika Birleşik Devletleri küresel sermayenin merkezi ve pazusu olarak İslam dünyasına yönelik saldırının merkezindedir ve Siyonist rejim bu saldırının bir aparatçığıdır. İkincisi, Amerikan rejimi kendi halkına karşı da açık ve örtülü bir saldırıyı kesintisiz bir biçimde sürdürmektedir.

Küresel güçlerle birlikte bir de bölge ülkelerin fonksiyonu çok önemli. Bu açıdan bakarsak emperyalist politikalarına bölgesel ülkelerin etkisi nelerdir?

Batı Asya'nın siyasal açıdan şekillendirilmesi Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşlarının neticeleri arasındadır. Birinci Dünya Savaşı boyunca Araplara birleşik bir krallık vaat eden İngiliz hükümeti, savaş sonunda Osmanlı devletinin kalıntıları üzerinde pek çok devletçik inşa etmişti. Bu devletlerin başına da savaş sırasında İngilizlere yardım eden bazı ailelerin üyelerini getirmişti. Bu ailelerin ve devletçiklerin temel vazifesi Batı çıkarlarını muhafaza etmekten ibaretti. Osmanlı devleti altında birleşik halde yaşayan ve bu yönüyle harici sınırlara yabancı olan halklar, yeni kurulan devletçikler eliyle ülke sınırları ve kaynak kullanım problemleriyle yüzleştirilmiş oldular. Bir başka ifadeyle, çizilen sınırlar ve kaynakların paylaşım şekli yeni kurulan devletçikler içinde de bitmeyen problemlere neden oldu ve bu devletçikler hem Batı'nın sürekli baskısı hem de iç çekişmeler sebebiyle ne özgür ne de modern olabildiler. İkinci Dünya Savaşı'nın galiplerinin bu galibiyeti ağır maliyetler altında elde etmesi onları sömürge bölgelerinin yükünden bir nebze olsun uzaklaşmaya itti ve böylelikle bazı devletler bağımsızlıklarını kabul ettirmeyi başardılar. Ne var ki siyasal bağımsızlık askeri ve ekonomik bağımsızlık anlamına gelmediği gibi çizilen sınırlar ve kaynak paylaşım kurallarının değişmemesi de mevcut sorunların bitmesinin önüne geçiyordu. İngiltere ve Fransa'nın bölgedeki görünür varlığı azalırken, Napolyon'un Mısır Seferi'nden bu yana oluşan sosyo-politik düzlemin temel mantığı değişmiyordu. Türkiye Birinci Dünya Savaşı'nın bir uzantısı olan İstiklal Harbi sonrasında askeri olarak işgal edilmemiş ancak siyasi taleplerinin ekserisinden vazgeçip Anadolu'ya çekilmiş bir ülkeydi ve yeni rejim kendisi için hem içeride hem de dışarıda başka bir yol çizmişti. Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, sonradan Suudi Arabistan olacak Hicaz, Mısır, Tunus, Libya, Cezayir, Fas gibi ülkeler ve bölgeler Batı tarafından işgal edilmiş ve paylaşılmış haldeydi. İran Rusya ve İngiltere'nin nüfuz alanındaydı. Bu dönemde dünyanın yaklaşık yüzde sekseni Batı'nın doğrudan ve dolaylı kontrolü altındaki topraklardan oluşuyordu.

Batı, İslam dünyasının bu fiili işgali içselleştirmesi ve halklarda buna dair bir rızanın oluşması için büyük çaba gösterdi. Bunda başarılı olduğu da söylenebilir zira bugün İslam dünyasında evet Müslümanlar vardır ancak İslam hakimiyetin meşruiyet kaynağı olmadığı gibi pek çok açıdan bir referans bile değildir. Hal böyle olunca, İslam toplumlarının romantik özlemleri ve samimiyetlerine rağmen bu ülkelerin idarecilerinin Batı çerçevesini aşacak hiçbir şeye yanaşmadıklarını ve bundan sonra da yanaşmayacaklarını söylemek abartı sayılmamalıdır. Bunun en yakın örneğine Mavi Marmara vakasında şahit olduk. Görünürde Türkiyeli bir vakfın koordinasyonu ile düzenlenen bir yardım kampanyasına dahil Mavi Marmara isimli sivil yolcu gemisi 600 civarındaki yolcusuyla birlikte Akdeniz'de, uluslararası sularda Siyonist rejimin askeri saldırısına maruz kaldığında ve hemen oracıkta  9 vatandaşı öldürüldüğünde, kara, hava ve deniz kuvvetlerinden oluşan bir milyonluk ordusuyla Türkiye tümüyle retorik beyanlar dışında sessiz kalmış ve süreçte Siyonist rejimin askeri ve siyasi yetkilisi olan azmettiricilerle, emirleri yerine getiren askerlere yönelik davaları düşürmüştü. Batı sistemi içinde yer alan, bir başka ifadeyle küresel sermayeye entegre edilmiş tüm devletlerin bundan başka bir şekilde davranmasını beklemek abesle iştigal olacaktır.

Bu noktada Suudi Arabistan'ın pozisyonunu ayrıca belirtmek gerekir. Suudi Arabistan Siyonist rejimin simbiyotik ikizidir. Yaşamları birbirine bağlı iki yapıdır. Suudi hanedanı İslam'ın yoz bir yorumu olan Vahabi inancının açtığı alanda kabile ittifaklarıyla Hicaz'a hakim olan bir ailedir. Bu ailenin hakimiyet süreci de tıpkı Siyonist rejiminki gibi Batı desteğine bağlı ve son derece kanlıdır. Suudi hanedanı dünyanın en değerli şirketlerinden birisi olan ARAMCO'nun yarı hissesine sahiptir. Dünya petrol piyasasına yön veren şirketlerden olan ARAMCO'nun elde ettiği muazzam kar Amerika ve Suudi Arabistan arasında paylaştırılsa da, Suudi Arabistan'ın hissesi Amerikan bankalarında tutulmakta ve bu para küresel sermayenin üçüncü dünya ülkelerini borçlandırdığı ve böylelikle köleleştirdiği bankacılık ağına akıtılmaktadır. Böylelikle Suudi hanedanı Müslümanlara ait tabii kaynaklarla tüm insanlığın başına bela olmaktadır. Bunun dışında her yıl harcadığı milyarlarca dolar ile İslam dünyasının her yerinde tekfirci düşünceyi geliştirmek için çabalamakta ve bu da İslamofobinin yükselmesi için küresel bir kampanyayı sürekli canlı tutan Siyonist rejimle benzer amaçlara sahip olduğunu ve benzer yolları kullandığını göstermektedir.

Özelikle Saddam’ın İran’la olan sekiz yıllık savaşı var. Bu savaşta batının etkisi nasıl olmuştur?

Biraz evvel bahsettiğim gibi İslam dünyası halklarının sömürge karşıtı duygu ve düşünceleri ile yönetimlerin vaki konumları farklıdır ve İran İslam İnkılabı bir yabancı güce dayanmaksızın Batı yanlısı ve Batı destekli bir rejimin devrilebileceğinin ve yerine Batı düşüncesinden neşet etmeyen bir arka plana sahip rejimin inşa edilebileceğinin somut örneği olmuştur. Gerek o dönemde gerekse İslam İnkılabı sonrasında süreci değerlendirenler İnkılab'ın sömürge karşıtı olduğu ve sömürgeci güçlerle hesaplaşmayı arzu ettiğinin aslında belli olduğunu dile getirirler. Bir başka ifadeyle, İnkılab'ın fikri ve duygusal kökleri genelde İslam dünyası ve özelde İran'ın son yüz elli yıllık tecrübesine dayanmaktadır. Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı ile oluşan durum ve bunun İran halkı üzerindeki somut etkileri katalizör etkisi görmüş ve hemen herkesi şaşkınlığa sevk edecek şekilde İran halkının Batılı sömürgecileri bozguna uğratmasıyla neticelenmiştir. İnkılab'a giden süreçte lider kadronun ve etkili isimlerin hemen hepsinin Batı'nın zihni ve fiili sömürgeciliğine karşı yükselttiği bayrağı görmek mümkündür.

İran İslam İnkılabı'nı farklı kılan bir diğer nokta ise Siyonist rejimin bir devlet olarak kabulünden önce ve sonra da onun varlığını kabul etmeye yanaşmamasıdır. Sadece İmam Humeyni değil, Şii ulemanın öncü isimleri bu hususta son derece hassas davranmış ve Siyonistleri Batı'nın sömürgeci hedeflerinin bir aracı olarak görmüşlerdir. Siyonistlerle yapılacak her türlü mücadelenin meşru olduğu ve bu yolda harcanacak her kuruşun zaruri olduğu dile getirilmiş, bu uğurda ölenler şehit kabul edilmiştir. Bu durum Şii dünyada önemli bir etkiye sahip Iraklı Şii ulema için de böyledir.

Baas idaresindeki Irak rejimi Arap ulusunun çıkarlarına bağlı olduğunu ilan etse de böyle bir siyaseti başından beri izlememiştir. Saddam Hüseyin Suriye ve Mısır'ın öncülük ettiği Arap dünyasında nüfuz sahibi olmayı öncelikle Siyonist rejimi ortadan kaldıracak çabalarda değil, Zerdüşt temelli inançlara ev sahipliği yapan İran ile İslam orduları arasında geçen ve bugünkü Irak'ın da dahil olduğu İran'ın kapılarını İslam'a açan Kadisiye Savaşı'na yaptığı göndermelerle, bir Arap- Sasani savaşında aramıştır.

Elbette Saddam Hüseyin'in tek amacının ve motivasyon kaynağının bu olduğunu söyleyemeyiz. Saddam Hüseyin, İran İslam İnkılabı'nın ülkenin ve bölge ülkelerinin özelde Şii ve genelde Müslüman nüfusu üzerindeki olası etkilerinin bu ülkelerdeki rejimleri zora sokacağını da hesap etmiştir. Bu hesabında yalnız da değildir. Bu anlamıyla Saddam Hüseyin sadece Batı'nın kışkırtmasıyla değil, bölgedeki emirliklerin arzusu ve talebine de kulak vererek ülkesini savaşa sürüklemiştir. 1988 yılında nihayete erdiğinde savaş geride yüz binlerce ölü, yaralı, kayıp, utanç verici savaş suçları, harabeye dönmüş şehirler ve çökmüş bir ekonomi ile şayet Saddam Hüseyin bir şekilde devrilir de halkın kontrolüne geçerse Siyonist rejim için ciddi bir tehlikeye dönebilecek olan devasa bir ordu bırakmıştır. İran'a yönelik savaşın kaybedilmesi ve Saddam Hüseyin'in koca bir orduyla baş başa kalması onun sonunun başlangıcını da hazırlamıştır. İran İslam Cumhuriyeti ise Batı yanlısı muhaliflerin savaş boyunca açığa çıkan zararlarının da etkisiyle bir nizam olarak yerini sağlamlaştırırken, etkileri uzun yıllara sirayet eden ekonomik ve sosyolojik zarara maruz kalmıştır. Ne var ki tüm cepheleriyle Batı'nın ve Arapların desteğindeki Saddam Hüseyin idaresindeki Irak'ın saldırısı sırasında da savaştan sonra da İran İslam Cumhuriyeti'nin sömürge karşıtı inanç, düşünce ve tutumunda değişiklik olmamıştır: Batı bölgeyi terk edecek!

Irak’ın Kuveyt’i işgali ve devamında Körfez’e yönelik bir işgal süreci var. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yukarıda da değindiğim üzere bir bütün halinde Batı'nın her türlü silahla donattığı Irak ordusunun varlığı kısa vadede olmasa da orta ve uzun vadede Batı çıkarlarına ve Siyonist rejimin varlığına açık bir tehdit oluşturabilirdi. Batı, İran İslam Cumhuriyeti'ni mevcut şartlarda askeri bir yenilgiye uğratamayacağına kanaat getirmişti ve Irak'ın da potansiyel bir tehlike arz etmesini istemiyordu. Bunun önüne geçebilmek için her biri aslında bir petrol ve doğalgaz şirketi olan emirliklerin başındakilere savaş sırasında Saddam Hüseyin'in Baas rejimine verdikleri borçları istemelerini emretti ve böylelikle Saddam Hüseyin'in Kuveyt'i işgaline varan sürecin önü açılmış oldu. Bu yönüyle Saddam Hüseyin tuzağa düşürüldüğünü anladığında geç kalmıştı. Ne var ki Saddam Hüseyin'in birden devrilmesi ve Irak ordusunun mevcut haliyle ortada kalması da bir tehlikeydi ve buna binaen 1991'den 2003'e yayılan bir süreç işletilerek hem Irak ordusu tasfiye edildi hem de Irak ülkesi tam anlamıyla parçalanıp kaosa teslim edildi. Süreçte Amerika öncülüğünde Irak'ın nasıl yağmalandığını gördüğümüz gibi yok edilen Irak ordusunun kalıntılarının tekfirci IŞİD terör örgütüyle bile baş etmekten aciz hale getirildiğine de şahit olduk.

Irak işgali ve devamında bölgede yeniden şekillenen bir durum söz konusu…küresel güçlerin burada hesabı neydi?

Aslına bakılırsa sadece bölgemizde yürütülen sıcak çatışmaya değil Amerika'ya yerleşik küresel sermayenin dünyanın en karlı işi sayılan petrol işletmesi ayağı ile Avrupa merkezli sermayenin hidrokarbon kaynaklardan uzaklaşmayı ve böylelikle Batı Asya'nın kaynaklarına ihtiyacı azaltmayı öngören siyaseti arasında süren bir çatışmaya da şahitlik etmekteyiz. Bu çatışmanın kamuya yansıyan bir yüzü iklim değişikliği kampanyalarıdır. Amerikan sanayisi ve sermayesi petrol ve petrole bağlı iş kollarından sağlanması umulan karın henüz bitmediği ve bunun son kuruşuna kadar elde edilmesi gerektiği kanaatindedir. Bunun sağlanması ise hem petrol üretiminin hem de arzının sürdürülebilir olmasına bağlıdır. Petrol fiyatını belirleyenler kendileri olduğundan, şu an için petrol fiyatının büyük bir önemi yoktur. Bunu üretim miktarı yaklaşık olarak aynı seviyede olmasına rağmen petrol fiyatlarının 35 ila 120 dolar arasında gidip gelmesinden de anlayabiliyoruz. Petrol fiyatı ancak karın paylaşımı ve ihracatçı ülke ile ithalatçı ülke arasındaki kaynak akışıyla ilgili bir mesele olarak telakki edilmekte, bu yönüyle ikincil bir öneme sahip olmaktadır. Amerikan endüstrisini ve hegemonyasını besleyen ve sürdürebilir kılan bu durum ışığında Avrupa ve Amerika ilişkilerini de yeniden değerlendirmek mümkündür ama Batı için edilgen olan İslam dünyasıdır. Bir başka ifadeyle, kendi aralarındaki tartışma ve çekişmelerin neticeleri İslam dünyasında, hassaten Batı Asya'da görülmektedir. Buna göre Batı Asya kendi aralarında devasa bir savaşa mahal verilmeksizin yeniden parsellenecek ve nüfuz alanları yeniden belirlenecektir. Buna karşı koyma ihtimali olan devletler ve halklar baskı altına alınacak, yalıtılacak, marjinalleştirilecek ve hala da direniyorlarsa askeri müdahale ile zapt altına alınacaklardır. Bu noktada İran İslam Cumhuriyeti'nin özel durumunu bir kez daha belirtmek gerekir. İran Batı sisteminin içinde yer almadığından ve NATO silahlarıyla donatılmadığından askeri açıdan bir sürpriz yaşatabileceği gibi 80 milyonu aşan nüfusu ve maddi değil manevi bir savaşa adanmış olduğunu ispatlayan halkıyla doğrudan işgale uygun bir yer değildir. Irak gibi daha küçük ve ordusunun her ayrıntısının bilindiği bir ülkenin işgali için bile 140 bin Amerikan askeri ve on binlerce paralı asker seferber edilmişken, İran çapındaki bir ülkenin bu şekildeki işgali askeri olarak imkansıza yakındır. Elbette bu İran'ın konvansiyonel silahlar dışında vurulması ve belli bölgelerinin işgal edilmesi yönünde bir taktiğin kullanılması ihtimalini dışlamamızı gerektirmez. Neticede, Batı bu yeni taksim planını uygulamaya koymuştur ve Arap Baharı olarak isimlendirdikleri halk hareketleri neticesinde bu planlarının bir kısmında başarılı da olmuşlardır. Fransa'nın Libya'ya yönelik saldırısı ve Libya'nın petrol kaynaklarının derhal taksim edilmesi, Suriye'ye yönelik uluslararası terör kampanyası, Tunus ve Mısır'da eski düzene dönülmesi hem Batı'nın planlarının hem de İran İslam Cumhuriyeti ile müttefiklerinin direnmesinin neticesidir. Bununla birlikte, Batı'nın tökezleyen planından vazgeçtiğini söylemek de yanlış olur. Sadece bir süreliğine durdular, kısmen geri çekildiler ve revize edilmiş planlar, yenilenmiş kadrolar ile yeniden saldırmanın hesabındalar.

Emperyalist işgalle birlikte Direniş Hattı da şekillendi. Direnişe giden süreç nasıl oluştu?

Sömürgeciliğe karşı direniş yeni bir düşünce ve olgu değildir. İslam dünyası Batılı sömürgecilere karşı koyan sayısız kahramana sahiptir. Pek çoğu din adamı da olan ilk nesil direnişçilerin ardından çareyi internasyonal sosyalist ideolojide ve buna bağlı direnişte bulanlar ve milliyetçi akımların ortaya çıkışına şahit olunmuştur. Bunlar arasında da birçok kahraman vardır ancak yukarıda da açıkladığım üzere bu insanlar hem kendi devletlerine hem de Batılı sömürgecilere karşı mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Zira inşa edilen devletçiklerin idarecilerinin şahsi menfaatlerinin devamı Batı menfaatlerini korumadaki başarılarına bağlıdır. Mısır'daki Cemal Abdulnasır gibi bir anda ortaya çıkan ve dönemsel etki ve heyecan yaratan kişiler de dönem itibariyle emperyalizme dönüşen küresel sermayenin gücünü kıramamıştır. Bu noktada hem bir halk ve hem de devlet olarak sahneye çıkan İran'dır. İran İslam İnkılabı, İmam Humeyni'nin deyimiyle, sadece şahı yıkmakla kalmamış, dünyayı saran bir ahtapotun İran'daki kollarını da kesmiştir. Bu yönüyle İran İslam İnkılabı'nın Batılı sömürgecilere zararı ekonomik olmaktan çok ideolojiktir. Elbette İran petrol sahaları dünyanın en verimli alanlarından biridir ve İngiliz-Amerikan şirketleri buradan elde ettikleri karı kaybetmiş olmaktan dolayı son derece üzgündür ama bundan daha tehlikelisi İran İslam Cumhuriyeti'nin muzır fikirlerinin İslam dünyasında kabul görmesidir. İran İslam İnkılabı'nın Batı için en tehlikeli fikri ve talebi ise Batı'nın tüm sömürgeci güçlerinin bölgeden çıkarılmasıdır. İran İslam Cumhuriyeti'ne yön veren akıl bölge kaynaklarının öncelikle Müslüman halklara ve sonra da tüm dünya halklarına sağlayabileceği imkanların farkındadır. Suudi Arabistan ve sair emirliklerin bu kapasiteyi yağmacılara peşkeş çekiyor olmasının menfi etkileri de apaçık ortadadır. Bu yönüyle İran çok yönlü bir meydan okumanın içinde ve merkezinde yer almaktadır ve oluşturmaya çalıştığı şey bir hat değil satıhtır. Bu sathın oluşturulması yeni bir durum da değildir. İran İslam Cumhuriyeti Irak ile olan Tahmili Savaş dönemindeyken Lübnan'ın işgal edilmesi üzerine harekete geçmiş ve Suriye Arap Cumhuriyeti ile olan ilişkilerini de kullanarak yerel halk bazlı bir hareketin tohumunu atmıştır. Dönem itibariyle İran'ın yaptığı fedakarlık son derece büyüktür zira Irak'ın sahnede ve tüm dünyanın sahne arkasında yer aldığı bir savaşın içindeyken kendisinden kopuk bir coğrafyada bir direniş hareketi örgütlemektedir. İran, bu direniş hareketini savaş sonrası da desteklemeye devam etmiş, buna sol ve milliyetçi hareketleri de kısmen eklemlemiş ve nihayet İslamcı sayılan yapılara da kucak açmıştır. Yine İran'ın etkisiyle Suriye de aralarında derin ihtilaflar olmasına rağmen İhvan kökenli hareketlere topraklarında yer vermiştir.

Gelinen noktada bölgede İran İslam Cumhuriyeti ve Suriye Arap Cumhuriyeti'nin devlet düzeyinde, Hizbullah'ın yerel ve kısmen bölgesel bir güç olarak devlet dışı aktör düzeyinde, HAMAS, İslami Cihad gibi Filistin kökenli İslamcı örgütlerle Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve sair sol eğilimli örgütlerin yerel aktör düzeyinde Direniş Cephesi'ni oluşturduklarını söyleyebiliriz. Bilinen tüm bu ilişki ve hesapların dışında Yemen'de gelişen durum da Ensarullah hareketiyle başlayarak bir süre sonra Yemen'i de devlet düzeyinde bir aktör olarak Direniş Cephesine dahil edebilecek mahiyettedir. Tüm bunların tabii sonucu şudur: Direniş Cephesi bir sathı oluşturma yolunda hızla ilerlemektedir ve devlet düzeyinde aktör olmanın avantajlarına sahiptir. Kendi hakimiyet alanları içinde askeri güçleri bulunduğu gibi dışarıdaki ortak ve müttefiklerini de donatacak kapasitededir. Bu ise demografik olarak bir anlam ifade etmeyen Batılı güçler ve Siyonist rejim için gerçek bir sorun ve açmazdır. Yine 2000 yılında bu yana girdiği hiçbir savaşı kazanamayan Siyonist rejimin askeri becerisi de sorgulanır hale gelmiştir. Bir başka ifadeyle, yapılan açıklamalardaki kayıtsız şartsız desteğe rağmen Batı da Siyonist rejimle nereye kadar gidilebileceğinin hesabını yapmaktadır.

Özelikle Arap Baharı adı verilen ve bölgeyi yeniden şekillendirme odaklı bir vekalet savaşı başlatıldı. Buna karşın Direniş Ekseni daha belirgin bir pozisyon aldı. Şüphesiz bu süreçte bir isim belirgin bir şekilde öne çıktı. Kasım Süleymani… söz konusu küresel işgale karşı verilen mücadelede bu isim en ön safta yer aldı. Burada bu isim üzerinde durursak nasıl portre ile karşı karşıya kalındı?

Şehit General Kasım Süleymani haddi zatında İslam İnkılabı'nın var etmek istediği neslin bir protopidir. Sıradan bir aile öyküsüyle başlayan bir hayat ve İnkılab'ın sıradan bir çocuğu alarak Batı Asya'nın kaderini değiştirecek konuma kadar yükseltmesi. Elbette burada bahsettiğim sıradanlık vasatlık anlamında değil. Belki pek çokları arasında kaybolup gidecek bir kıymetin tespiti ve gereğince değerlendirilmesi anlamında sıradanlıktan bahsediyorum. Bu yönüyle Kasım Süleymani İslam İnkılabı'nın başarısının somut bir örneğidir. Suriye'ye yönelik uluslararası terör kampanyası ve bu kampanyanın bir uzantısı olarak cehenneme dönen Irak sahası olmasaydı belki de biz Kasım Süleymani'ye dair çok az şey bilecektik. O yine tüm varlığıyla orada olacaktı ama perdelerin arkasında, gölgelerin içinde kalacaktı. İran İslam Cumhuriyeti'nin Kasım Süleymani'yi ve rolünü açığa çıkarmak zorunda kalmasından hoşnut olduğunu zannetmiyorum. Ne var ki Irak sınırından Siyonist rejimle yüzleşilen Lübnan sınırına kadar bir bölgenin varlığı söz konusu olduğundan İran bu denkleme dahil olurken bütün meşruiyet alanlarını ve kaynaklarını da yerli yerince göstermek zorundaydı ve bunun bir neticesi de Kasım Süleymani'nin varlığının belirgin hale gelmesiydi. Bu sayede biz Gazze'ye ulaşan her bir füzede, Gazze'deki her bir tünelde, Temmuz 2006 Savaşı'nın operasyon odasında Süleymani'nin yer aldığını öğrendiğimiz gibi Batı ve müttefiklerinin desteğiyle bölgeyi harap eden, sayısız masumu katleden tekfirci çetelere yönelik zorlu savaşlarda Musul'da, Felluce'de, Halep'te ve başka birçok cephede görmüş olduk. Savaşı ve savaşmayı 40 sene boyunca içinde yer aldığı birçok cephede öğrenmiş ve nice arkadaşını şehit olarak toprağa vermek zorunda kalmış bu zatın askeri kabiliyetleri içinde Türk subaylarının da yer aldığı bazı mahfillerce küçümsenmek istense de netice ortadadır. Aylar sürer ve çok büyük kayba neden olur denilen Felluce operasyonu Kasım Süleymani eliyle son derece kısa sürede sonuçlandırılmıştır. Musul hakeza. Suriye içindeki pek çok cephe de böyle olmuştur. Elbette Kasım Süleymani Amerikan çizgi romanlarından fırlamış bir süper kahraman değildir. O, İran İslam Cumhuriyeti'nin 40 yıllık tecrübesinin damıtıldığı karar alma ve tatbik süreçlerinin başarılı bir aktörüdür. Bu yönüyle hem bu süreçlerin içindedir hem de kararların uygulayıcısıdır. Kasım Süleymani bugün yok ama yerini alan kişi de ondan daha az değildir. Bu İslam İnkılabı'nın gerçek yüzü ve başarısıdır. Halkın çocukları mazlum halklar için savaşmasını, savaştırmasını, yaşatmasını, öldürmesini ve ölmesini bilir ve bu ehliyete sahip olanlar Kirman'ın ücrasından bile çıksa İslam İnkılabı Rehberi'nin sağ kolu ve manevi oğlu haline gelebilir. İşte, odaklanmamız ve korumamız gereken hakikat budur.

 

Sizin anlatımınızla bir çok cephede Süleymani’yi görmekteyiz. Suriye’ye yönelik işgal girişimi ve devamında Irak’ı işgal eden etkenler nelerdir? Burada Kasım Süleymani’nin etkisi ne oldu?

Batı'nın organize ettiği, Körfez'in mali kaynaklarla beslediği, dünyanın her tarafından toparlanıp getirilen üyeleriyle sayılarının inanılmaz rakamlara ulaştırıldığı tekfirci terörün Irak'ta yeniden boy göstermesinin temel hedefi İran ile Suriye arasındaki kara irtibatını kesmekti. Bu tekfirci güruh Kürt bölgesini tehdit ettiğinde dahi Barzani'nin güvendiği Amerika'dan kayda değer bir tepki gelmemişti. Ancak daha sonra Amerika tekfirci terörle mücadele altında ve Irak hükümetinin de rızasıyla kısa zaman evvel ayrılmak zorunda kaldığı Irak'a geri döndü. Saddam Hüseyin dönemindeki işgal kuvveti rakamlarıyla kıyaslanamayacak sayıda olsa da çeşitli anlaşmalarla Irak'ta bulundurduğu binlerce istihbaratçıya ilaveten yeni muharip birlikleri de Irak içinde yer alan askeri üslere yerleştirdi. Bu noktada Amerika'nın politikası Kasım Süleymani'nin organize ettiği, daha sonra Irak ordusunun bir parçasına dönüşecek olan Haşd Şabi müfrezelerinin başarısını engellemek, tekfirci terörün işgali altındaki yerleşimleri yapılacak askeri operasyonları önlemek veya geciktirmek yönündeydi. Amerika Irak ordusunu eğitip donatmayı vaat etmesine rağmen tekfircilere yönelik operasyonlarda kullanılacak mahiyette silahları ya hiç ya da yeterince vermedi. Yine Musul operasyonunda olduğu gibi savaşın kazanılması ve tekfircilerin bertaraf edilmesi halinde şehre kimin girip durumu kontrol altına alacağına dair pek çok tartışmayı da tetikleyip alevlendirdi. Tüm bunlarla Amerika artık bir bütün haline gelmiş olan Irak-Suriye sathında tekfirci terörün yenilgiye uğratılmasını engellemek, bu mümkün olmazsa geciktirmek istiyordu. İlerleyen zamanda tekfircilerin yenilgiye uğramasıyla Amerika'nın bu sefer savaş boyunca Suriye ordusu ile çatışmadan özenle kaçınan Kürt muhalifleri ikna ederek Fırat'ın doğusuna yerleştiğini ve Ürdün sınırındaki Tenez, Fırat'ın doğusuna dağılan üsler ve Irak'taki üsleri marifetiyle bölgede yeni bir toparlanmayı amaçladığına şahit olduk. İran İslam Cumhuriyeti Rehberi Ayetullah Seyyid Ali Hamanei'nin Amerika'nın Suriye'den çıkarılmasını öncelikler listesinin ön sıralarına aldığını işaret etmesi ve Kasım Süleymani'nin bölgedeki Arap aşiretleri organize çabaları Amerika'yı kaos içinde zaman kazanmaya itti ve böylelikle bir insandan daha fazlasını ifade eden Kasım Süleymani'ye yönelik suikastın yolu açılmış oldu. Siyaseten böyle bir kararın alınmasından sonrası ancak bir istihbarat ve askeri operasyonun nasıl yürütüldüğüne dair bir konudur. Biz bu suikastın Amerika Birleşik Devletleri'nin resmi kararı olduğunu, emrin Beyaz Saray tarafından verildiğini bizzat Donald Trump'ın açıklamasıyla biliyoruz. İran İslam Cumhuriyeti Birleşmiş Milletlere üye bir ülkedir. Amerika Birleşik Devletleri de böyledir. Hal böyle olunca, örtülü istihbarat operasyonlarını, tarafların sorumluluk kabul etmedikleri eylemlerini bir kenara koyarsak, bu devletlerin meşru silahlı kuvvetlerinin idareci ve temsilcilerine yönelik bir suikastın doğrudan o devletin egemenlik ve varlık hakkına bir saldırı olduğunu söyleyebiliriz. Amerika bunu meşrulaştırmak için önce İslam İnkılabı Muhafızları Ordusu'nu terör örgütü ilan etmiş ve akabinde böyle bir saldırıyı düzenleyip üstlenmiştir. Ne var ki BM'ye üye olan hiçbir ülkenin bir diğer ülkenin anayasal kuruluşlarını gayrı meşru ilan etme hakkı ve yetkisi bulunmamaktadır. Böyle bir karar ve eylem açık bir şekilde devlet terörüdür. Bu yola tevessül eden ve bunun benzerini yapan bir ikinci yapı da Amerika'nın himayesindeki Siyonist rejimdir.

Amerika'nın General Kasım Süleymani'ye yönelik suikastı aynı zamanda Irak ile olan anlaşmalarının da açık bir suretle ihlalidir. Amerika Irak'ta tekfirci teröre karşı Irak hükümeti ve ordusuna destek olmak üzere bulunmaktadır. Kasım Süleymani ile birlikte suikasta uğrayan ve şehit olan Ebu Mehdi Muhendisi Irak ordusunun yasal bir kolunun komutanıdır. Buna binaen Irak Meclisi Amerikan güçlerinin Irak'ı derhal terk etmesi yönünde bir karar almışsa da Irak hükümetinin bunu yerine getirecek gücü olmadığı görülmektedir.

İran'ın bu suikasta yönelik tepkisine gelince, İran Amerika Birleşik Devletleri'nin Irak içindeki askeri üssünü balistik füzelerle vurmuştur. Bu üslerin hedeflenmeden evvel boşaltıldığı ve benzeri açıklamaların varlığına rağmen gözden kaçırılmaması gereken nokta İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana ilk kez devlet düzeyinde bir uluslararası aktörün Amerikan askeri varlığına yönelik bir saldırı gerçekleştiriyor olmasıdır. 1945'ten sonra Amerika'nın dahil olduğu savaşlarda birçok örgüt Amerikan üslerini ve askerlerini hedeflemiş ve saldırmış olsa da hiçbir devlet alenen ve tüm sorumluluğu göğüsleyerek Amerikan askeri varlığına saldırma cesareti gösterememiştir. Yine İran bunu ancak "sert bir tokat" olarak tasvir etmekte, Kasım Süleymani'nin intikamının Amerika'nın bölgeden çıkarılmasıyla alınmış olacağını dile getirmektedir. Bu da göstermektedir ki İran İslam Cumhuriyeti ile küresel sermayenin pazusu Amerika arasında duruma göre her iki tarafın müttefiklerinin de dahil olacağı bir çatışma her zaman için ihtimal dahilindedir. Şayet bu çatışma İran bölgedeki süreci tamamladığında patlak verirse, Tahran'a karşılık Washington denklemini dayatacak bir boyuta ulaşması da mümkündür zira Washington Tahran'dan binlerce kilometre ötede olsa da İran'ın askeri kapasitesi halen bir muammadır.

Dünya halkları şayet Batı'nın medya narkozu ve taarruzundan kurtulabilirse, İran İslam Cumhuriyeti'nin tüm halkların özgürleşmesi adına hareket ettiğini de kavrayacaktır.

7Sabah.com.tr

Yorumlar