YDH'nin haberine göre, El-Ahbar gazetesinin genel yayın yönetmeni İbrahim el-Emin, Lübnan’da Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına yönelik çağrıların arka planını ve doğurabileceği sonuçları derinlemesine analiz ediyor. El-Emin’e göre bu çağrılar, Lübnan’ın iç dinamiklerinden çok, ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına hizmet ediyor. Ülkenin iç siyasal dengelerini hiçe sayan bu yaklaşımların, toplumu yeni bir iç çatışma eşiğine sürükleme riski taşıdığına dikkat çekiyor. ABD’nin Lübnan ordusuna yönelik baskıları ve orduya, Hizbullah’tan ele geçirilen silahları imha etme yönündeki dayatmaları da eleştirilerin hedefinde.
Medya ve siyasette yürütülen kampanyalar, şimdiye dek kesin sonuçlara ulaşmadı; ancak kamuoyu üzerindeki etkileri güçlü ve derin oldu.
Lübnan gibi mezhep temelli bir sistemle yönetilen ülkelerde, mezhepsel bağlılıklar genellikle toplumsal uzlaşıyı aşan fikirlerin önünü kesiyor. Bilimsel ölçütlere ve ortak normlara dayalı bir siyasi değerlendirme neredeyse imkânsız hale geliyor. Böyle bir ortamda temel meseleler, kişisel çıkarlar ve sezgisel yaklaşımlar üzerinden şekilleniyor.
Amerika’nın bugünkü tavrı, Lübnan’a bir sömürge gibi davranmak ve yeni yönetimi mutlak itaate zorlamak şeklinde özetlenebilir. Bu tutum, sadece Amerikan bakış açısını benimseyenlerle değil, aynı zamanda işgale karşı direnişi eleştiren, silahsızlanmayı savunan yerel aktörlerle de destekleniyor.
Söz konusu kesimler, İsrail’in Lübnan’a yönelik son savaşının, Hizbullah’ın direnişini artık “zararlı bir eylem” olarak sunmak için fırsat oluşturduğuna inanıyor. Silahsızlanmanın, bölge ve dünya nezdinde itibar kazanmak için bir ön koşul olduğunu iddia ediyorlar. Hatta bu görüşü, İsrail ile düşmanlık içermeyen bir ilişki kurmanın ön şartı olarak sunuyorlar.
Direniş karşıtları arasındaki bir başka dikkat çekici eğilim de Filistin meselesinin Lübnanlılar açısından önemini yitirdiği yönünde. Onlara göre, Lübnan’ın Filistin halkına karşı ne siyasi ne de ahlaki bir yükümlülüğü bulunuyor. Bu düşünce ise açık bir şekilde, İsrail’in artık düşman sayılmadığı bir zihniyetin ürünüdür.
Bugünkü temel sorun, silahsızlanma etrafındaki söylemin şiddeti ya da kampanyaların boyutu değil. Asıl mesele, bazı çevrelerin direnişin zayıfladığını ve son savaşta ağır kayıplar verdiğini düşünerek, Hizbullah’ın silahlarını gönüllü olarak bırakacağını varsaymaları. Dahası, eğer Hizbullah bu yönde adım atmazsa, yeni yönetimin bu silahları zorla alacak kapasite ve iradeye sahip olduğunu göstermek istiyorlar.
Bu kesim, toplumun direnişten bıktığı, Hizbullah’ın artık silahlarını korumak için yanında kimseyi bulamayacağı yönünde bir kanaate sahip. Ancak bu, gerçek durumu ne kadar yansıtıyor?
Lübnanlılar kendi duygularına ve algılarına uygun fikirleri benimsemekte özgür olabilirler. Ancak toplumun çok daha büyük bir krize sürüklenme ihtimali doğduğunda, sağduyunun devreye girmesi gerekir. İç savaşın derslerinden teorik olarak bahsetmek kolaydır; fakat Lübnan hâlâ 1990 sonrası bölünmeleriyle yaşamaktadır ve kırılgan barış ortamı her an bozulabilir.
Taif Anlaşması’nın getirdiği uzlaşma, iç savaşı durdurmayı başarsa da bugünkü şartlar ciddi değişimlere işaret ediyor. Artık İsrail ve ABD, Lübnan’a kendi çıkarları doğrultusunda yön verme hakkını kendilerinde görüyorlar. Bu yaklaşım, yerel silahsızlanma çağrıcılarını da daha agresif söylemler kullanmaya ve olası çatışmaları göze almaya itiyor.
Ancak herkesin bildiği gibi, iç çatışma silahsızlanmayı getirmez; aksine, Lübnan’ı daha da ağır bir çöküş sürecine sokar. Direniş karşıtları arasında bu gerçeğin farkında olanlar da mevcut.
Direniş karşıtı cephede iki farklı söylem göze çarpıyor: Semir Caca ve ekibi doğrudan Hizbullah'ın silah bırakması gerektiğini savunurken, diğer kesimler daha dolaylı bir yaklaşımla, direnişin artık anlamını yitirdiğini ve bu yoldan vazgeçilmesinin ülkeye bir yaşam fırsatı sunabileceğini öne sürüyor. Bu ikinci grup, mevcut kazanımlarını kaybetmekten çekindiği için daha ihtiyatlı davranıyor.
Peki, gerçekten neyin üzerine bahis yapıyorlar?
Bazı gruplar, İsrail’in savaşını sürdürmesini ve 1982’deki gibi doğrudan direnişi ortadan kaldırmasını umut ediyor. ABD ve Arap ülkelerinin Lübnan’a uyguladığı ambargoların ağırlaşması ise bu süreci hızlandırabilecek bir başka unsur olarak görülüyor. Ancak bu çevreler, bu oyunda aktif bir rol üstlenme kapasitesine sahip değiller.
Diğer yandan, direnişin iç desteğinin azaldığına, Hizbullah’ın yalnızlaştığına ve tabanının teslim olmaya hazır olduğuna dair varsayımlara güveniyorlar. Bu yüzden hem ordunun hem de güvenlik güçlerinin direnişi kuşatma yönünde sahada adım atması gerektiğine inanıyorlar.
Amerika ve İsrail’in, Lübnanlı grupların silahlı çatışmaya girerek direnişi silahsızlandırabileceğine dair bir bahis oynayıp oynamadıkları net değil. Ancak ABD, geçmiş deneyimlerden yola çıkarak doğrudan askerî müdahaleden uzak duruyor gibi görünüyor. İsrail ise daha fazla askerî baskıyla Hizbullah’ı zorlamaya sıcak bakabilir.
Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkeler, silahsızlanma sürecini destekleyen kesimlere finansal kaynak sağlamaktan çekinmiyor.
Burada asıl soru şu: Direnişi hedef alanlar, silah meselesinin yalnızca Şii toplumu değil, Lübnan’daki genel siyasi denklem açısından varoluşsal bir konu haline geldiğini fark etmiyorlar mı?
Hizbullah’ın savaş sonrası pozisyonunu, tabanı üzerindeki etkisini ve örgütsel yapısını dikkate almadan yapılan yorumlar gerçeklikten uzak kalıyor. Dahası, direniş silahının bırakılması karşılığında önerilen alternatifler nerede?
Bu çevrelerin sunduğu çözüm modelleri ya başarısız örneklerdir ya da izlenmesi mümkün olmayan yollardır: Ürdün’ün zayıf yapısı, Mısır’ın iç krizleri, Batı Şeria’daki zayıf yönetim ya da işbirlikçi Lübnan Cephesi’nin çöküşü gibi.
Direnişin silahsızlanmasını savunanlarla tartışma verimsizdir. Asıl ihtiyaç duyulan şey, geçmiş deneyimleri hatırlatmak ve işgalciyle iş birliğinin sonuçlarını yeniden gözler önüne sermektir.
Bu, zahmetli bir süreç olabilir ama kaçınılmazdır. Lübnan’da böylesine büyük bir adımın, yalnızca geniş bir toplumsal mutabakatla ve farklı bir bölgesel bağlamda mümkün olabileceğini anlatmak gerekiyor.
Her birey düşüncesini ifade etme hakkına sahiptir. Ancak biz, saldırganlığa karşı caydırıcılık sağlayan direniş silahının alternatifsiz olduğunu savunuyoruz. Bu silah, adil bir yönetim ve düzenli bir sivil yapı kurulmasının da önünde bir engel değildir.
Nitekim 1992-2000 arasında devlet, altyapıyı yeniden kurarken ve milyarlarca dolarlık yatırım çekerken, direniş güneyde düşmana karşı mücadele etmeyi sürdürmüştü. Bu durum bugün de mümkündür, mümkün olmakla da kalmayıp gereklidir.
ABD’nin Lübnan Ordusuna Yönelik Yaklaşımı
Savaşın sona ermesinden birkaç hafta sonra, Lübnan ordusu güneyde mühimmat imhası gerçekleştireceğini duyurdu. İlk etapta bu operasyonlar, İsrail’in attığı ancak patlamayan mühimmatların temizlenmesi olarak sunuldu.
Ancak daha yakından bakıldığında, imha edilen mühimmatların büyük bölümünün İsrail’den değil, Hizbullah’tan elde edilen silahlar olduğu ortaya çıktı. Zamanla ABD’nin, Lübnan ordusuna Hizbullah’tan alınan her türlü silahı yok etme emri verdiği anlaşıldı.
Amerika, özellikle uzun menzilli roketler, tanksavar füzeleri ve patlayıcı sistemler gibi silahların imha sürecini yakından izliyor. Bu kapsamda, ABD’nin ordunun saldırı kabiliyetlerini zayıflatacak yönde hareket ettiği, hatta İHA ve benzeri teknolojilere erişimi engellediği bildiriliyor.
Ordu, bu durumu kamuoyuna açıklamaktan kaçınırken, üst düzey subaylar ABD’nin Lübnan ordusunu adeta bir çevik kuvvet birimi haline getirme çabalarından büyük rahatsızlık duyduklarını dile getiriyor. Özellikle saldırı silahlarının ve stratejik kabiliyetlerin ABD tarafından kısıtlanması, ordunun etkinliğini ciddi biçimde zayıflatıyor.