NASIR KANDİL: LÜBNAN'IN ELİNDE KALAN TEK ŞEY BU DİRENİŞTİR

"Amerika'nın bu sınırsız desteği ve Lübnan’a yönelik askeri kapasite edinme yasağı karşısında, Lübnan'ın elinde tek kalan şey, bu direniştir." 

Görüntülenme: 239 Tarih: 23 Ekim 2024 20:48
NASIR KANDİL: LÜBNAN'IN ELİNDE KALAN TEK ŞEY BU DİRENİŞTİR

Destek cephesi (Gazze’ye destek amacıyla açılan cephe), direnişin caydırıcılık denklemlerinde bazı değişikliklere yol açmış olsa da bu durum savunmanın meşruiyetini ortadan kaldırmadı. Direniş, Lübnan’daki farklı grupların destek cephesine katılmama tercihine saygı göstererek saldırılara karşılık verme stratejisi benimsedi. Bu süreçte, direniş ve destekçileri ağır bedeller ödedi, özellikle liderlerinin kaybıyla yaşanan zor geçiş döneminde bu yükü üstlendi. El-Binaa gazetesi yazarı Nasır Kandil'e göre bu, zayıflık değil, bilakis Lübnan’ın geneline zarar vermemek için üstlenilmiş bilinçli bir sorumluluktur ve direnişin dengesini yeniden kazanmasıyla sonuçlanmıştır.

Özgür Yurtsever Hareket Lideri Cibran Basil, savaşa dair yaptığı konuşmada, Gazze’ye destek cephesine yönelik eleştirilerini yineledi.

Savaş devam ederken direnişin silahları üzerine tartışmaların yapılmasına karşı olduğunu belirten Basil, öncelikli olarak ateşkesin sağlanması ve 1701 sayılı BM kararının uygulanması gerektiğini vurguladı.

Ayrıca Gazze’ye destek cephesinin açılmasının Lübnan’ın savunma hakkını yitirmesine neden olabileceğini öne sürdü.

Burada kastedilen, Amerikalılar ve Batılılar tarafından savunma yapabilmesi için gerekli silahları edinmesi engellenen Lübnan ordusunun değil, direnişin özellikle Beyrut’un güneyine saldırı olması halinde Tel Aviv’e karşılık vereceği vaadini yerine getirme hakkıdır.

Basil’in sözleri, direnişin silahlarının akıbeti konusunda tartışmalar yapılmasının, fakat Lübnan ordusu savunma ihtiyaçlarına uygun kapasitelere sahip olduğunda meşru olabileceğini ifade ediyor.

Özellikle bu savaşta açığa çıkan hakikatler, ancak saf, aptal veya art niyetli kişiler tarafından görmezden gelinebilir. Basil’in eleştirilerinin de bu kişilere yönelik olduğu anlaşılıyor.

İlk gerçek, bölgedeki halklara ve coğrafyalarına karşı yayılmacı ve kökten bir proje yürüten bir düşmanla karşı karşıya olduğumuzdur. Bu düşman, bahanelere ihtiyaç duymadan saldırgan politikalarını sürdürüyor ve barış çağrıları ya da uzlaşma söylemleriyle durdurulamaz.

İsrail askerlerinin kollarındaki haritalar ve İsrail Savunma Bakanı ile Başbakanının söylemleri niyetlerini açıkça gösteriyor.

İkinci gerçek ise uluslararası toplumun saldırganlığı engelleyip zayıfları koruyacağı iddiasının büyük bir yalandan ibaret olduğudur.

Avrupa Birliği Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi’nin söylediği gibi, hepimiz Netanyahu’ya savaşı durdurması için yalvarıyoruz ama o savaşını sürdürmeye devam ediyor.

Üçüncü gerçek ise Arap dünyasının İsrail ile normalleşme çabalarının, İsrail’in vahşiliğini ve suçlarını durdurmak bir yana, onu daha da cesaretlendirdiğidir.

Arapların normalleşme çabaları, İsrail’in onları daha da küçümsemesine ve yaptıkları karşısında hiçbir değer görmemelerine neden olmuştur.

Bu savaşların, direniş güçlerine yönelik performanslarına dair eleştirilerin yapılabileceği alanlar olmasına rağmen, her aklı başında, sağduyulu insanın, her sorumlu ve yurtsever siyasetçinin kesinlikle kabul etmesi gereken tek bir gerçek var: Bu vahşi ve suçlu kitleyi ve ona sınırsız destek veren, Batı'yı yönlendiren güçleri caydırmanın tek yolu, bu yapının ciddiye alacağı bir askeri güce sahip olmaktır.

Eğer bu güç caydırıcı olmazsa, ona yüksek bedeller ödetebilecek kabiliyete sahip olmak gereklidir. Amerika'nın bu sınırsız desteği ve Lübnan’a yönelik askeri kapasite edinme yasağı karşısında, Lübnan'ın elinde tek kalan şey, bu direniştir.

Direnişe dönük eleştiriler elbette meşrudur, fakat bu eleştiriler yapılmadan önce, bu direnişin artık bir kurtuluş ve koruma aracı olmaktan çıkıp, Lübnan'ın varlığı için vazgeçilmez bir ihtiyaç haline geldiği kabul edilmelidir.

Direnişe alternatif sunduğunu iddia edenler, uluslararası kararların hiçbir gerçek caydırıcı güce sahip olmadığını gözeterek, Lübnan halkına açıkça bunu dile getirmelidir.

İsrail temsilcisinin BM kürsüsünde BM Sözleşmesi'ni yırttığını, işgalcinin Lübnan ordusuna karşı en ufak bir saygı duymadığını, hele güneyde ölen Lübnan askerlerinin kanı henüz kurumamışken göz önünde bulundurmalıyız.

Burada savunmanın meşruiyeti ve destek cephesinin buna etkisi tartışmasına giriyoruz.

Doğrusu, destek cephesinin Lübnan’ın en önemli savunma hareketi olduğudur. Ancak bu, caydırıcılık denklemlerinin etkilenmediği anlamına gelmez ve bu denklemler savunmanın meşruiyetiyle karıştırılmamalıdır.

Destek cephesinin savunmasının meşruiyeti, hakikati arayan aklı başında araştırmacılar için üç seviyede ortaya çıkar:

Birincisi, işgalcinin Lübnan’a yönelik niyetleri artık çok net bir şekilde gün yüzüne çıkmıştır. İşgalcinin 1701 sayılı kararı kabul etmeyeceğini, Lübnan’la 17 Mayıs Anlaşması’na benzer güvenlik avantajları elde etme niyetini açıklamış olması, destek cephesine bir tepki değil, stratejik bir gerçektir.

Bu, işgalcinin Ulusal Güvenlik stratejisinin bir parçasıdır. Zira direniş güçlerinin varlığı, işgalci için varoluşsal ve stratejik bir tehdittir; bu güçlerin yokluğu ise daha fazla genişleme ve yerleşime teşvik olacaktır.

Dolayısıyla işgalcinin, destek cephesini dondurma isteği tamamen taktiksel ve geçicidir. Amacı, Gazze’deki savaşı zaferle sonuçlandırıp, ardından Lübnan’a yönelmektir. Bugün bu gerçek niyetleri açıkça ifade etmiştir.

Destek cephesinin savunma alanındaki ikinci katkısı, Gazze’ye yardım ederken, aynı zamanda Lübnan’ın savaşa girdiğinde işgalcinin birden fazla cephede savaşmaya zorlanacağını ortaya koymuş olmasıdır.

Bu durum, işgalcinin bazı kapasitelerini tüketerek, bölgesel bir savaş ortamı yaratabilir. Üçüncü ve en önemli katkı ise saha düzeyindedir.

Destek cephesi; teyakkuz, hazırlık ve işgalin ön cephe kapasitelerinin tükenmesini sağlamış; savaş sahasında direniş güçlerinin eğitimine ve adaptasyonuna katkıda bulunmuştur.

Fakat en kritik katkısı, işgalciyi sürpriz unsurundan mahrum bırakmasıdır. Direnişe yönelik öldürücü darbelerini sürpriz bir şekilde, mevcut savaş ortamı dışında vurabilseydi, direniş için sonuç çok daha yıkıcı olurdu.

Öte yandan, destek cephesinin bir bedeli de oldu. Bu bedel, caydırıcılık denklemlerinin etkinleştirilme koşullarının değişmesiyle ilgilidir, ki bu doğru; ancak bu, müdafaanın meşruiyetinin tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmez.

Yaşanan şey, direnişin, Lübnan'daki bazı grupların destek cephesine katılmama tercihini göz önünde bulundurarak, Beyrut'un vurulması karşısında Tel Aviv’i hedef almaktan kaçınmasıdır.

Direniş, denklemi Beyrut’a yönelik saldırı olursa Tel Aviv’e karşılık verilmesi şeklinde sınırlamıştır. Eğer işgalci, başkenti açıkça hedef alacak olursa bu denklem devreye girecektir.

Direniş, özellikle liderinin en yüksek ve en değerli komutanının hedef alınmasından sonra yaşanan bu zorlu geçiş döneminin getirdiği zorlukları, yapısı ve çevresiyle birlikte üstlenmiştir.

Fakat direniş, bu süreçte dengesini yeniden kazanmış ve savaşın hem ateş gücüyle hem de kara operasyonlarıyla kontrolünü tekrar ele almıştır.

Bu geçiş döneminin yükünü direnişin yapısı ve destekçi çevresi üstlenmiş, bunu Lübnan’ın geneline yaymaktan kaçınmışlardır.

Bu ne bir zayıflık ne de meşruiyet eksikliği olarak değerlendirilmelidir. Aksine, bu durum direnişin hanesine bir başarı olarak yazılmalıdır, zayıflık olarak değil.

Çeviri: YDH

Yorumlar