LEVENT BAŞTÜRK NEKBE'Yİ VE FİLİSTİN'İN VAROLUŞ MÜCADELESİNİ YAZDI

 

Görüntülenme: 2556 Tarih: 15 Mayıs 2020 01:06
LEVENT BAŞTÜRK NEKBE'Yİ VE FİLİSTİN'İN VAROLUŞ MÜCADELESİNİ YAZDI

Arapları kovup yaşadıkları yerleri ele geçirmeliyiz."

 -İlk Israil Başbakanı David Ben-Gurion, 5 Ekim 1937, oğluna yazdığı mektuptan

“Karşınıza çıkan her Arap’ı öldürün; yanabilecek herşeyi ateşe verin ve patlayıcılarla kapıları yerle bir edin.”

 -Mordechai Maklef, 1948, Carmel Tugayı operasyon subayı

“Filistin halkı diye bir şey mevcut değildir... Sanki biz gelip onları ülkelerinden dışarı atmışız! Onlar hiç bir zaman olmadılar.”

 -Golda Meir, statement to The Sunday Times, 15 June, 1969.

Bir 14 Mayıs günü David Ben-Gurion’un bağımsızlık açıklamasını okuduğu günden bu yana 69 yıl geçti. Siyonist kolonyal yerleşmeci projenin henüz tamamlanmamış bir ürünü olarak ortaya çıkan İsrail’in bağımsızlığı, bu projeye gönül verenlerce dünya Yahudilerinin “Vaadedilmiş Topraklar”a “Dönüş”ünün tescillenmesi olarak kabul edildi.

Öte yandan Filistinliler için her 15 Mayıs bir anma ve yas günü. Nekbe Günü olarak adlandırılmış bu gün, bir açıdan geçmiş acıları ve kederleri paylaşma günü. Avrupa’dan gelmiş bir topluluğun sistemli ve emperyal destekli kolonizasyon projesi gereği gerçekleştirilmiş bir eylem olarak beliren bir felaketi unutmama günü.

Herhangi veya sıradan bir felaket değil burada karşımızda olan. Joseph Massad’ın vurguladığı şekliyle dile getirecek olursak Nekbe, Siyonizm ve bağlılarınca Filistin’e karşı gerçekleştirilmiş ve Filistinlileri felaketzede haline getiren uzun döneme yayılmış ve süregiden bir eylemdir.

Bu açıdan bakınca İsrail, Batı Şeria, Gazze ve dünyanın dört bir yanına dağılmış yurtsuz bırakılmış Filistinlilerin 69. Nekbe Günü vesilesiyle bir araya gelmesi sadece 69 yıl önce vuku bulmuş etnik temizliğe ve yurtsuzlaştırılmaya atıf yapan bir gün olmanın ötesine geçmektedir. Siyonist kolonyal projeyi bütün yönleriyle gerçekleştirmek için ortaya konan eylemler açısından baktığımızda Nekbe, 135 yıllık bir dönemin eylemidir. Bu dönemin ilk önemli dönüm noktası 1917 tarihli Balfour Deklerasyonu’dur.

Ve Nekbe bugün de toprak gaspı ve ilhakı, ev yıkımları, sürekli sayıları artan ve genişleyen yerleşimler, ırkçı yasalar, denetim noktaları, baskınlar, istilalar, tutsak almalar ve katletmeler ile devam etmektedir. Dolayısıyla 15 Mayıs’ta sadece anılan geçmişte kalan bir olay değil, “süregiden Nekbe”ye karşı mücadelenin devam ettiğinin beyanıdır.

1918-1945 YILLARI ARASINDA FİLİSTİN

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı Devleti’nin diğer eski Arap toprakları üzerinde olduğu gibi Filistin’de de manda yönetimi kuruldu. Filistinli halk arasında İngiliz manda yönetimine, giderek artan Yahudi göçüne, Yahudi Milli Fonu (YMF) tarafından yapılan toprak alımlarına ve yeni Yahudi yerleşimlerine tepki vardı. Filistinliler, giderek artan Yahudi göçünün Filistin’de kaçınılmaz olarak bir Yahudi devletinin oluşmasına yol açacağı endişesini taşıyorlardı.

İki toplum arasında gerilim ve çatışmalar 1920’lerin başında başladı ve aralıksız devam etti. 1920’ler boyunca YMF toprağını kendisi işlemeyen ve büyük şehirlerde yaşayan toprak sahiplerinin topraklarını satın almaya devam etmiş ve bu toprakları kira karşılığı nesillerdir işleyen Arap ailelerini de tahliye etmişti. Bu topraksızlaştırma/işsizleştirme, çeşitli vesilelerle Yahudi yerleşimcilerle Arap toprak kiracısı köylüler arasında gerginliklerin artmasına ve çatışmaların ortaya çıkmasına sebep oldu.

Hitler’in Almanya’da 1933 yılında iktidara gelmesinin ardından Filistin’e göçün hızlanması çatışma ortamını daha da hararetli hale getirecekti. Bu gelişme, beraberinde daha fazla toprak alımı çabalarına yol açmıştı. İngiliz idaresine ve Siyonist yerleşmelere karşı Filistinli direnişi 1936-1939 Arap İsyanı sırasında zirveye ulaştı. Bu isyan Siyonist milis güçlerinin de yardımıyla İngilizler tarafından bastırıldı. Siyonist milis güçlerden Haganah 1921’de, İrgun 1931’de ve Lehi ise 1940 yılında kurulmuşlardır. İrgun ve Lehi, hem ABD hem de Britanya tarafından İngiliz hedeflerine ve BM görevlilerine yaptıkları saldırılar nedeniyle terörist örgüt kabul edilmişlerdi. 1948 bağımsızlık ilanından sonra bu örgütler yeni oluşturulan İsrail ordusuna dahil edilmişlerdir. Her üçünün de liderleri ileride İsrail başbakanı olmuşlardır.

Arap İsyanı’nın bastırılması ve Filistin siyasi liderliğinin sürgün edilmiş olması Filistin toplumunun siyasal açıdan örgütlenmeden mahrum ve dağınık olması sonucunu doğurmuştu. İsyan sonrasındaki 10 yıl içinde de bu durum pek değişmeyecekti. Dolayısıyla savaş sonrası şartlarında Siyonistler, Filistinlilerin bu dezavantajlı durumunu kendileri açısından bir kazanıma dönüştürmüşlerdir. Filistinlilerin sivil toplum yapılanmalarının bile tırpanlandığı dönemde Siyonistler, askeri örgütlenme dahil, bir devlet olarak gereken her türlü kurumsallaşmanın çerçevesini oluşturmuş durumdaydılar. 

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Filistin’in geleceği hakkında Araplar ve Yahudiler ve Siyonist milisler ve İngiliz ordusu arasında gerilim tırmanmaya başladı. Artan gerilimler üzerine Britanya, Filistin üzerinde manda yönetimini sona erdireceğini açıkladı ve Birleşmiş Milletler’den (BM) ülkenin geleceğini belirlemesini talep etti.

1947 BM PAYLAŞIM PLANI, BAĞIMSIZLIK VE FELAKET

BM Filistin'in kaderini belirlemek üzere Filistin Özel Komitesi’ni (UNSCOP) atadı. UNSCOP siyasi çözüm konusunda oybirliği sağlayamadı. Ancak komite üyelerinin çoğunluğunun vardığı çözüm önerisine göre Filistin iki toplum arasında paylaştırılacaktı. 1946 yılı sonunda, Filistin manda yönetimi sınırları içerisinde 1 milyon 269 bin Arap ve 698 bin Yahudi yaşamaktaydı.

O tarihe kadar Yahudiler, artan nüfuslarına rağmen Filistin manda yönetimine tekabül eden toprakların sadece yaklaşık yüzde 7’sine sahip durumdaydılar. Bu ekilebilir arazinin yüzde 20’sine denk düşüyordu.

29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu’nda yapılan oylama sonucunda Filistin’in biri Arap biri Yahudi olmak üzere iki devlete bölünmesine karar verildi. Her bir devlet içinde kendi nüfusu çoğunlukta olacaktı. Ancak, kurulacak Arap devleti sınırları içinde bir kaç Yahudi yerleşimi olacakken yüzbinlerce Arap, Yahudi devletinde azınlık haline geleceklerdi. Filistin topraklarının yüzde 56’sı Yahudi devletine tahsis edilirken, nüfus olarak daha kalabalık olan Filistinlilere toprakların yüzde 43’ü bırakılmıştı. Kudüs ve Betlehem bölgesi ise BM planına göre uluslararası bölge olacaktı.

Siyonist liderler bu planı kabul edilebilir görmemelerine rağmen, uluslararası meşruluk açısından görünüşte kabul ettiler. Filistinli Araplar ve civardaki Arap ülkeleri ise BM planını reddettiler. Siyonistler için bu beklenen bir gelişmeydi. Çıkmasını bekledikleri çatışmalar için de oldukça hazırlıklı durumdaydılar.

BM’in paylaşım planının kabul edilmesinin ardından Filistin’deki Arap ve Yahudi nüfus arasında çatışmalar başladı. Arapların oluşturmuş olduğu paramiliter güçlerin örgütlenmesi, eğitimi ve silahlanmışlık durumu oldukça yetersiz bir haldeydi. 

Nisan 1948’e kadar Siyonist güçler BM planında Yahudi devletine ayrılan alanın büyük bir kısmında kontrolü sağladılar. Ardından paylaşım planı sınırlarının ötesinde kalan bölgeye yönelik operasyonlara ve yeni topraklar kazanmaya yöneldiler. 15 Mayıs 1948’de İngilizler Filistin’den ayrılmasının ardından Siyonist liderler İsrail devletinin bağımsızlığını ilan ettiler.

İsrail’in bağımsızlık ilanını Mısır, Suriye, Ürdün ve Irak’ın Filistin’i Siyonistlerden kurtarmak iddiasıyla müdahalesi izledi. Gerçekte ise Arap liderlerinin Filistine yönelik kendi topraksal dizaynları söz konusuydu ve Filistin devletinin ortaya çıkması konusunda İsrail’den daha fazla istekli değillerdi. Mesela Mavera-ı Ürdün Kralı Abdullah İngilizlerin de desteği ile Filistin'in kendi krallığı ve Yahudi devleti arasında bölünmesine dair Yahudi Ajansı ile müzakerelere girmişti. Bu ilke olarak Siyonistlerce kabul edildi ve savaş sırasında uygulamaya konuldu. Haşimi Lejyonu'nun bir bütün olarak Arap güçlerine sınırlı katılımı karşılığında, Doğu Filistin'in olaysız bir biçimde Ürdün'e ilhakına Siyonistler göz yumdular.

Siyonist silahlı güçleri, Mavera-i Ürdün’e söz verilen bölgeler dışında kalan Filistin’i ele geçirmek için ıo Mart 1948’de yapılmış olan D (Dalet) Planını devreye soktular. Bu plan Yahudi kuvvetlerine, kendi denetim bölgelerindeki Filistinli yaşam alanlarını temizleme emri veriyordu. Haganah ve diğer örgütlerin emrindeki tugayların her birine, işgal edecekleri ve yakıp yıkacakları köylerin bir listesi verilmişti. Köylerin çoğunun yıkılması istenmişti.

Mayıs ve Haziran 1948’de savaşan taraflar birbirlerine üstünlük sağlayamadılar. Ancak Britanya’nın savaşan taraflara silah ambargosu uygulaması teçhizat ve cephane açısından ona bağımlı olan Arap ordularını olumsuz etkiledi. Buna karşılık Çekoslovakya’dan gönderilen silahlar Siyonistlerin eline ulaştıktan sonra Siyonistler açık bir üstünlük sağladılar ve BM planında Yahudi devleti için öngörülen sınırların ötesinde topraklar elde etmeye başladılar.

1949 yılında İsrail ile Arap devletleri arasındaki savaş bir ateşkes anlaşmasının imzalanmasıyla sona erdi. Daha önce Filistin olarak adlandırılan ülke artık üç parçaya bölünmüş durumdaydı. Ve her biri diğerinden farklı bir rejime tabi idi. Her biri arasındaki sınır 1949 Yeşil Hat olarak anılan ateşkes sınırlarıydı. İsrail artık İngiliz manda yönetimi altındaki Filistin topraklarının yüzde 77’sini kontrol etmekteydi. Ürdün ise Doğu Kudüs ile Batı Şeria üzerinde denetim sağlamıştı. Mısır da sahil şehri Gazze ve onun civarındaki kıyı şeridi (Gazze Şeridi) üzerinde hakimiyet kurmuştu.

BM paylaşım planında öngörülmüş olan bağımsız Filistin devleti ise ne zaman gerçekleşeceği meçhul bir ideal haline dönüşecekti.

FİLİSTİNLİ MÜLTECİLER

1947-1949 arasında yaşanan çatışmaların sonucunda 700 binden fazla Filistinli, mülteci durumuna düştü. İsrailliler uzun süre, mültecilerin Arap siyasi ve askeri liderlerinin buyrukları doğrultusunda yerlerinden ayrıldıkları için mülteci durumuna düştüklerini iddia etmişlerdir.

Ancak Filistin’deki Arap nüfusun transferi meselesinin Siyonist liderler arasında çok köklü bir düşünce olduğu bilinmektedir. Hatıralarına baktığımızda Theodor Herzl’in 1895 yılında yerli fakir nüfusun ihtiyatlı ve temkinli bir biçimde transferinden söz ettiği görülmektedir. Haganah örgütünün kurucusu ve ilk İsrail başbakanı David Ben-Gurion, 1937’de Zurich’de gerçekleştirilen Dünya Siyonist Kongresi’inde Filistinlilerin sistematik olarak mülksüzleştirilmesinden söz ederken şunları da dile getirecektir:

“Şüphesiz ki bu bakımdan YMF’nin faaliyetlerinin farkındasınız. Şimdi çok daha farkli ölçekte bir transferin gerçekleştirilmesini gerektirecektir. Ülkenin pek çok kesiminde Arap köylülerin transferi gerçekleştirilmeksizin yeni yerleşimlerin kurulması mümkün olmayacaktır. (…) Filistin’de istikrarlı bir şekilde büyüyen Yahudi iktidarı, bu transferi daha büyük ölçüde gerçekleştirmemizin imkanlarını artıracaktır.”

Yazımızın girişindeki alıntılardan da anlaşılacağı gibi, Filistinli nüfusun transferi veya ortadan kaldırılması konusunda Siyonist liderlerin açıklamamalarından pek çok örnek sunmamız mümkündür. Ayrıca 1980’lerin sonundan itibaren özellikle İsrailli Yeni Tarihçilerin bizlere sunduğu pek çok kanıt da ortada sistematik bir etnik temizlik olduğunu ortaya koymaktadır. Sadece bir İsrail askeri istihbarat belgesi bile 1948 yılının Haziran ayı boyunca Siyonist milislerin eylemleri, Arapları ayrılmaya sevk edecek şekilde yıldırıcı psikolojik yıldırma kampanyaları ve düzinelerce sınırdışı etme girişimleri sonucunda Filistinli mültecilerin en az yüzde 75’inin göç ettiklerini göstermektedir.

Kitlesel sınırdışı etme girişimleri Filistinlilerin yaşadıkları bölgeleri terk etmesinin en önde gelen sebepleri arasındadır. Temmuz ayının ortasında sadece Lidda ve Ramle şehirlerinden 50 bin kişi ayrılmaya zorlanmıştı. Ayrıca Arapların köylerini ve kasabalarını terketmeye zorlayan oldukça sağlam bir şekilde belgelenmiş katliamlar da Arap halkın yerleşme yerlerini terketmelerinin sebepleri arasındadır. Kudüs yakınlarındaki Deir Yassin köyü örneğinde görüldüğü gibi Siyonist milisler çeşitli köylerde halkı kurşuna dizmiştir.

İsrail, bağımsızlığını ilan ettiği sınırlar içinde yaşamış olan Filistinlilerin yüzde 85’inden fazlasını köylerinden ve kasabalarından ayrılmaya zorlamıştır. Boşaltılan yerleşim birimleri yerle bir edilmiş ve ayrılanların yerine başka ülkelerden gelen Yahudiler yerleştirilmişlerdir. Akre ve Hayfa gibi geçmişin köklü Filistin şehirleri boşaltıldı ve geçmişin izlerinden geriye pek bir şey bırakılmadı. Yaklaşık 700 binden fazla insan evlerinden, köylerinden ve kasabalarından şiddet tehdidi ve kullanılması sonucunda kovuldular. İsrail sınırları içinde kalan topraklardan Filistinlilerin uzaklaştırılması 1950 sonlarına kadar sürdü.

Ayrılanların geri dönmesine İsrail hiçbir şekilde izin vermedi. Dönüş hukuki açıdan imkansız hale getirildi. Her şeye rağmen dönmeye teşebbüs edenlere karşı Siyonist entite şiddet kullanmaktan çekinmedi. 1956’ya kadar, evine dönmek isteyen 5 bin Filistinli işgal güçleri tarafından katledildi. Çıkarılan yeni kanunlarla ayrılan Filistinliler’e vatandaşlık hakkı tanınmadı; mülk ve topraklarına da el konuldu.

İsrail’in eski Savunma ve Dışişleri Bakanlarından Moşe Dayan’ın 1969’da sarf ettiği şu sözleri Filistinlilerin maruz kaldığı yurtsuzlaştırılma ve mülksüzleştirilme gerçeğine ışık tutuyor:

“Arap köylerinin yerine Yahudi köyleri inşa edildi. Siz şu an o Arap köylerinin adlarını bile bilmiyorsunuz. Sizi suçlamıyorum; çünkü (bunlardan söz eden) coğrafya kitapları artık yok. Varolmayan sadece kitaplar değil; Arap köyleri de yerlerinde değiller. (...) Bu ülkede daha önceden Arap nüfusun olmadığı yek bir yer bulunmuyor.”

SÜREGİDEN NEKBE

Nekbe, belirttiğimiz gibi, süregiden bir durum. Her şeyden önce mülteci durumuna düşen Filistinlilerin geri dönme talepleri bir insanlık hakkı olarak varlığını koruyor. Bugün Birleşmiş Milletlere kayıtlı 5 milyonun üzerinde Filistinli mülteci var ve yurtsuzluk halinin devam etmesi “süregiden Nekbe”nin sadece bir yönü. 1967 savaşının ardından da 300 bin üzerinde Filistinli topraklarından ayrılmaya zorlanmıştı. Ayrıca İsrail’in Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te zorla topraklara el koyma ve ev yıkma politikaları devam ediyor. Son 10 yılda Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ten yaklaşık 300 bin kişi başka ülkelere ayrılmış durumdalar. Bunların çok büyük çoğunluğu orta sınıf, eğitimli ve ekonomik olarak aktif insanlar. Burada Filistin toplumunu zayıflatma amacı güden bir “seçici transfer” durumuyla karşı karşıyayız. Seçici transfer, geriye daha kolay idare edilebilir bir nüfus bırakma amacını güdüyor.

Kent planlaması, bölgelendirme ve kent yönetimi ve bu bağlamda konut/bina inşa izinleri ve ev yıkımı tehditi/uygulaması da süregiden Nekbe açısından üzerinde durulması gereken bir diğer husus. İsrail bütün Batı Şeria’yı tarımsal arazi olarak ilan etmiş durumda. Bir Filistinli kendi arazisi üzerine ev yapmak için başvurduğunda, İsrail arazinin tarım arazisi olmasını bahane ederek ruhsat vermeyi reddediyor. Doğu Kudüs de “açık yeşil alan” olarak bölgelendirilmiş durumda. Dolayısıyla Doğu Kudüslü bir Filistinli de kendi arsası üzerinde bir konut inşa etmek için başvurduğunda toprak gelecekteki kentsel kalkınma girişimleri (yani yeni Yahudi yerleşimleri) için rezerv edildiği gerekçesiyle olumsuz cevap almakta.

Kudüs’te İsrail yönetimi, Yahudilerin Araplar üzerinde yüzde 72 / yüzde 28 oranında üstünlüğe sahip olduğu bir denge temin etmek istiyor. Kentteki mevcut oran ise yüzde 64 / yüzde 36. İsrail’de konut ve ikametle ilgili bütün kentsel politikalar “Sessiz Transfer” olarak adlandırılan hususa çıkıyor: Şehri Yahudileştirmek için şehirdeki Filistinli varlığının mümkün olduğu kadar küçültülmesi, parçalanması ve izole edilmesi.

 Ev yıkımları siyaseti iki amaca hizmet ediyor: Birincisi, hayatı Filistinliler için ülkeyi terk etme noktasına gelecek kadar tahammül edilemez hale getirmek. İkinci olarak da Batı Şeria’daki Filistinlileri C Bölgesinden A ve B Bölgelerine göçe zorlamak. C Bölgesi, Batı Şeria topraklarının yüzde 60’ını, ama nüfusunun sadece yüzde 5’ini oluşturmakta. Bir başka deyişle yaklaşık 100 bin civarında Filistinli C Bölgesinde yaşamakta. Filistinli bu bölgede sözde Filistin Yönetimi’nin hiç bir yetkisi yok. Batı Şeria’daki yerleşimlerin büyük kısmı C bölgesinde yer alıyor.  

Filistin topraklarının parçalanmışlığı süreci büyük ölçüde Oslo Barış Sürecinde başladı. 1995’te Oslo II anlaşmasının imzalanması sonucunda Batı Şeria A, B ve C bölgelerine bölündü. Bugün Filistin Yönetimi, sadece Batı Şeria’nın yüzde 18’ini oluşturan A Bölgesini denetimi altında bulunduruyor (İsrail’in istediği zaman istila ve baskın hakkı mahfuz kalmak şartıyla). Yüzde 22’lik kısmı oluşturan B bölgesinde ise sivil yönetimden Filistin yönetimi sorumlu olmakla beraber güvenlik denetimi tamamıyla İsrail’e ait. C Bölgesi ise tamamen İsrail’in kontrolü altında bulunmaktadır.   

Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te ev yaptırma veya genişletme amaçlı ruhsat taleplerine olumlu cevap alamayan Filistinliler, çaresizlik altında genişleyen ailelerinin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için her türlü riski göze alarak yeni ev yaptırmakta veya var olanı genişletmeye çalışmaktadırlar. Bir yerde kendilerine ait toprak üzerinde inşa edilmiş bir evde güven ve huzur içinde yaşamaları Filistinliler için bir hayalden ibarettir.

Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nin 53. Maddesi bir işgalci güce mülkiyeti imha etmeyi ve kollektif cezalandırmayı yasaklıyor. Ancak İsrail buna rağmen ev yıkmaya ve kollektif cezalandırmaya devam ediyor. Ayrıca yine aynı sözleşmenin 49. Maddesi işgalci güce işgal edilen topraklar üzerinde yeni yerleşimler kurmasını ve kendi sivil nüfusunu işgal edilen topraklara transfer etmesini yasaklamaktadır.

Bütün bunlara rağmen 1967’den beri İsrail 48 bin üzerinde ev be diğer yapıları imha etmiştir. Yalnız kesin olarak kaç konutun imha edildiğini kestirmek oldukça güçtür; çünkü İsrail tahrip ettiği birimleri sadece yapı olarak kaydetmekte ve mesela, 7 katlı 21 daireli bir bina da tek bir yapı olarak kayıtlara girmektedir. Ancak verilen rakamın büyük ölçüde ailelerin yaşadığı yapıları içerdiğini düşünmek yanlış olmayacaktır.

Ayrıca Filistinlilerden arındırılan topraklar üzerinde İsrail yeni yerleşim yerleri inşa etmeye ara vermeden ve artan bir tempoyla devam etmektedir. 1967’den bu zamana İsrail’in 1949 sınırlarının dışında inşa edilen yeni yerleşim birimlerinde yaşayan İsrail vatandaşı Yahudilerin nüfusu 600 bine ulaşmış durumdadır. Ve bu tamamen Filistinlilerin evlerine ve topraklarına el konulması sonucunda olmaktadır. Batı Şeria ve Gazze’deki Filistin toplumu hala kuşatma ve askeri yönetim altında yaşamaya devam ediyor. Eylül 2015’ten beri devam eden olaylarda 250 civarında Filistinli hayatını kaybetmiş durumda.

Zeytin Filistin ekonomisinde merkezi bir yer tutmaktadır. 100 binin üzerindeki aile için zeytin ağaçları başlıca ehemmiyete sahiptir. Büyük kısmını zeytin yağının oluşturduğu kırsal ekonomi –yaklaşık 500 milyon dolar hacminde- Filistin GSMH’sının yüzde 13’ünü oluşturmaktadır. İsrail, Filistinlilerin zeytin ağacına olan bağını zayıflatmak için de çok çaba harcamıştır. 1967’den beri işgal ettiği topraklarda İsrail Filistinlilerin zeytinliklerine insafsızca bir savaş açmıştır. Bu tarihten itibaren İsrail’in ve yerleşimcilerin yok ettiği zeytin ağacı sayısı 800 bini geçmektedir. 1967’den 2009’a kadar olan dönem için bu tahribatın Filistin ekonomisine maliyeti 55 milyon133 bin dolar olmuştur.

SONUÇ YERİNE

Ancak “bölgedeki tek demokrasi” olarak anılan; ama gerçekte bir etnokrasi olan İsrail, Nekbe Günü’nü kanunsuz ilan eden bir yasayı 2012’de kabul etmiş durumda. Siyonist resmi söyleme göre, bu anma günü İsrail’in “Yahudi Devleti” olma durumunu inkar anlamına geliyor. Ayrıca aynı söylem, Yahudi Devleti’nde neşe ve mutluluk günü olması gereken bir günün yas günü haline getirilmesini bir meydan okuma olarak değerlendirmekte.

Nasıl Filistinlilerin bir halk olarak varlığını inkar etme siyaseti sonuç vermediği gibi, Nekbe’nin varlığını inkar etmek de bir netice vermeyecek. Her ne kadar Filistin direnişi, yarı nüfusunun sürgün edilmesinin ve topraklarının gasp edilmesinin önüne geçememiş olsa da, Filistin’i ve halkını silmeye çalışan Siyonist resmi hafızasına direnebildi. Ve hatta Siyonist entite, istediği şartları dikte ettirdiği Oslo masasından o zamana kadar inkar ettiği “Filistin’in/Filistinlilerin varlığını kendi resmi hafızasına işleyerek kalktı.

Bir terim olarak 1948’in acı deneyiminden çıkmış olsa da Nekbe Filistinlilerin kolektif hafızasında bitmiş bir olaya yapılan bir referans değil. Bitmiş olduğu kabullenilmiş bir olaya takılmak, o olay neticesinde olayın failinin elde ettiklerinin geri çevrilemezliği manasına gelirdi.

Tersine çevrilemeyecek bir durum için mücadele vermek beyhudedir. İsrail fiziki ve coğrafi realiteyi empoze etmiştir; ama tarihi hafızayı silmekte başarılı olamamıştır. Bir başka deyişle, İsrail’in tarihi yeniden yazma girişimi başarısız olmuştur. Remzi Baraud’un da belirttiği gibi, Nekbe terimi, başka bir topluma karşı tamamen kayıtsızlığı ve soykırımsal bir niyeti içeren İsrail’in orijinlerine yönelik kuvvetli bir referans olmuştur. Ancak Nekbe sadece geçmişe odaklı bir tarihsel sorunsal da değildir. Nekbe, kurbanlığın öne çıkarılması değil, direniş için bir itici güçtür.

LEVENT BAŞTÜRK

Haberiyat

Yorumlar